Ekleme
Tarihi: 28 Haziran 2017 - Çarşamba
Yıllarca,bizim söylediğimiz,ama dinleyenin olmadığı bir problem: liyakat meselesi...
Kabiliyetli insanlar gerçek değerini buluyorlar mı? Yoksa,sempatizan ve çapsız insanlar mı çevremizi sardı? Sorusuna Prof. Dr. Kemal Üçüncü'nün cevabı....
******
Liyakatsiz insanların başaracağı bir şey olamaz.
Kalabalıklar, sempatizanlar ,her yerde aynıdır. Önemli olan, olması gerekenlerin olması gerektiği yerde olup olmadığıdır.
Bu yerine getirilmeden olmaz.
Bunun için de sizin gibi herkesin bu farkındalığı ortaya koyup hayır o şekilde olmaz diyebilmeli. Bu medeni cesareti göstermesi gerekli...
Prof. Dr. Kemal Üçüncü
*****
Şimdi ,medeni cesaret göstererek,yanlışa yanlış diyen kaç kişi var.
Benim siyasi görüşümde ise hep doğru.
Karşı görüşte ise hep yanlış.
O zaman da diyoruz ki ,neden ülke bu hale geldi.
Peki!
Nasıl olacak?
Bu kadar riyakâr, yalaka, çapsız ve yeteneksiz insanlar nasıl bir araya geldi.
Siyaset kurumu, bu soruya cevap bulmalı...
Düşünmeye devam...
Bir Gezinin Düşündürdükleri...
Mustafa Kemal ve Veliaht Vahdettin Almanya'ya bir ziyaret gerçekleştirirler.(15 Aralık1917-5 Ocak1918)
Bu gezi sırasında birçok faaliyete katılırlar. Bunlardan birisinde,bir tatbikat sonrası Alman Kolordu Komutanı Atatürk'e sorar:
--- Siz Veliaht'ın yaveri misiniz?
--- Hayır!
--- Ne münasebetle refakatte bulunuyorsunuz?
--- Böyle bir vazife aldığım için.
--- Askeri vaziyetlerden çok iyi anlıyorsunuz.
Türkiye'de herhangi bir kuvvete kumanda ettiniz mi?
Atatürk'ün Türkiye'de tümen,kolordu ve ordu komutanlıklarında bulunduğunu öğrenen Alman generali hayretler içinde:
--- Affedersiniz,biz şimdiye kadar size yanlış hitap ediyormuşuz.
Demek siz" Ekselans" sınız; der.
Başka söze gerek yok...
Sanatta İbda Gücü
Sanatın beslendiği kaynaklar üzerine Saadettin Ağabey'in( Prof. Dr.Saadettin Yıldız) bir değerlendirmesi...
Bilgi edinmeniz dileğiyle...
Şahsî ibdâ ile millî ibdâ arasında -ister istemez- çok sıkı bir bağ vardır.
Bu bağın "ayak bağı" hâline dönüştüğü örnekler de bulunmakla beraber, şahsî ibdâın en verimlisi, millî ibdadan ustaca faydalanmasını bilen sanatçılarınkidir.
Türk halk şiirinden aldıkları ilhamla yazan şairlerimiz, millî ibdâın en orijinal ve zengin kaynağına ulaşmışlardır.
Bunların bir kısmı, beslendiği kaynağı açıkça ifade de etmişlerdir.
Ne zaman bir köy türküsü dinlesem / Şairliğimden utanırım diyen Bedri Rahmi bu gruptandır.
Diğer bir kısmı ─ki çoğunluk böyledir─ ilham kaynağını açıkça söylememekle beraber, bu şiirin ifade, şekil, mecaz imkânlarını derece derece kullanmışlardır.
Böyle bir tutum, bugünün edebiyatı ile dünün edebiyatı arasında bağ kurulmasını kolaylaştırdığı gibi, yarının edebiyatının oluşumunu da hazırlamaktadır.
Selçuklu sultanlarının kemiklerini köpekler yedi - Murat Bardakçı, 21.03.2004 / Hürriyet Gazetesi
Herşey, Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün Konya'da ‘‘Alâeddin Tepesi’’ diye bilinen büyük höyüğün üzerinde yer alan ve Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubad tarafından inşa ettirilen 800 yıllık Alâeddin Camii'nin türbe kısmında bakım ve onarım yapmaya karar vermesiyle başladı.
Türbede esaslı bir onarım yapmak isteyen Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün gönderdiği işçiler, ilk iş olarak zeminin altındaki asıl mezar odasına girerek bakım maksadıyla hükümdar mezarlarının tamamını, yani sekiz lahdin hepsinin kapaklarını açtılar. Türkiye'yi asırlar önce idare etmiş olan hükümdarlardan geriye sadece kemikler kalmıştı ama cenazeler lahitlerde bulundukları ve toprakla tam olarak temas etmedikleri için kemikler noksansız birer iskelet teşkil edecek vaziyetteydiler.
Lahitlerin içleri temizlenirken kemikler de alındı, daha önceden her hükümdar için ayrı ayrı hazırlanmış olan çuvallara kondu, bir kenara bırakıldı ve mezar odasının bakımı yapıldı.
İş bitmiş, sıra kemiklerin eski yerlerine yerleştirilmesine gelmişti ama vakit epey geç olmuştu ve paydos edildi. Kemikler ertesi sabah yerlerine konmak üzere çuvalların içerisinde bırakıldı ve işçiler çıkıp gittiler.
Ama iki küçük ayrıntı unutulmuştu: Çuvalların ağzının bağlanması ve mezar odasına açılan havalandırma deliklerinin kapatılması...
Ne olduysa, o gece oldu ve mezar odası birkaç asırlık da olsa çok sayıda kemiğin açıkta bulunduğunu hisseden köpeklerin akınına uğradı. Havalandırma deliklerinden mezar odasına giren köpekler çuvalları parçaladılar ve herbiri ağzında bir kemikle dışarıya çıktı. Köpeklerden biri Aláeddin Keykubad'ın uyluğunu kapmış, bir diğeri Kılıçarslan'ın kaval kemiğini almıştı; Gıyaseddin Keyhüsrev'in kaburgası, Mesud'un leğen kemiğinin parçası yahut Rükneddin Süleyman'ın çenesi, köpeklerin dişlerinin arasındaydı.
Ertesi sabah işbaşı yapan işçiler, dehşet verici bir manzarayla karşılaştılar. Alâeddin Camii'nin ve türbenin bulunduğu tepenin dört bir yanı kemiklerle doluydu. Köpekler, mezar odasından aldıkları kemikleri dışarı taşımış, oynamış ve güneş doğarken bir tarafa atıp gitmişlerdi. Hemen her taşın yahut bir ağacın altında bir hükümdara ait iskelet parçası vardı.
Vakıflar'ın işçileri kemikleri hemen toplamaya başladılar ve bulabildikleri parçaları yine çuvallara doldurup geriye, mezar odasına götürdüler. Kemikler lahitlere yerleştirilecekti ama hepsi karışmıştı ve iş seçmece usulüyle tamamlandı. Çuvallarda ne varsa ortaya yığıldı; bacakların, kolların, kaburgaların ve diğer kemiklerin basit bir tasnifi yapıldı ve sekiz ayrı mezara paylaştırıldı. Ama hangi kemiğin kime ait olduğu bilinmiyordu, dolayısıyla Alâeddin Keykubad'a Rükneddin Kılıçarslan'ın bacağı düştü; Alâeddin, Mesud'un kaburgalarından nasibini aldı. Rükneddin'in láhdine de büyük ihtimalle Birinci yahud İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev'in kolu ve kalça kemiği kondu.