Uzun süreden beri ne hikmetse, Cumhuriyetimizin banisi Mustafa Kemal Atatürk’ün tâ 1928’de uygulamaya koyduğu yeni harfler üzerine bilir-bilmez, kasıtlı-kasıtsız birçok yaklaşımlarda bulunulduğu hemen hepimizin malumdur. Vay efendim bir gecede insanlar cehalete mahkûm edildi söylemleriyle fikir beyanında bulunanlara azımsanmayacak sayıda rastlanılmaktadır.
Cumhuriyet nesli bu vatandaşlarımıza arz etmek isteriz ki, efendim Cumhuriyet bendenizden sadece 20 yaş büyük. Ve yine itiraf etmeliyim ki bendeniz ilk okumaya, kısmen de olsa o hasretliği çekilmekte olan harflerle başladım. Benim çocukluğumda, yani cumhuriyet yirmi küsur yaşında iken benim köyümde eski harfler tabir edilen alfabe ile okuma yazma bilen sadece üç kişi vardı. 1986 yılından beri Karakaya baraj gölü altında bulunan o köyüm de 80 haneydi. Ve buna göre, demek 80 hanenin sadece 3 hanesinde birer kişi o harflerle okuyabiliyor ve kısmen yazabiliyordu. Zira o harflerle yazmak pek kolay değil. Çünkü o alfabeye göre olan kelimelerde harfler başta ayrı, ortada ayrı ve dahi sonda daha da ayrı yazılmayı gerektirmektedir. Mesela bendeniz Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinde Orta Çağ Tarihi üzerine lisans yaptığım sırada Osmanlıcayı Paleografya adıyla bir ders olarak da okudum. Buna rağmen eski harflerle çok seri olarak okuyabilmenin yanında yazmaya pek hâkim değildim. Bu gün de değilim. Sebebi de yukarda arz etmeye çalıştığım husustur.
Bu konuda behemehâl bilinmesi gereken bir husus olarak arz etmeliyim ki, söz konusu alfabede hemen her kelime aynı harfle yazılmamaktadır. Mesela kalem yazmak için kâf (ق) harfini, kilim yazmak için kef (ك) harfini, delalet yazmak için dal (ﺩ) harfini, dalalet yazmak için de dât (ﺽ) harfini, zil yazmak için ze (ﺰ) harfini, zülüm yazmak için zı (ﻅ) harfini kullanmak zorundasınız. Bu örnekleri çokça verebiliriz. Ancak gereği yok.
İşte bundan dolayıdır ki harf yeniliği düşünülmüş ve fevkalade isabetli bir karar alınarak Türkiye toplumu; hem okuması hem de yazması kolay olan bir anahtar olarak böyle bir alfabeye kavuşturulmuştur. Şimdi denebilir ki, bu harflerle okuma yazma heves, merak veya ihtiyacına sahip çıkmak başka şey; 86 yıldan beri uygulamada olan bu isabetli yeniliğe karşı çıkmak daha başka şey. Kanaatimizce, bu yeniliğin samimi bir niyet ve ihtiyaca dayalı olarak ortaya konduğu düşünülmelidir. Konuya bu açıdan yaklaşımda bulunularak başta memleketin “mürekkep yalamış” simaları olmak üzere hemen herkesin bu doğrultuda eylem ve beyanda bulunması bir borç kabul edilerek meseleye sahip çıkılmasında burada anlatılamayacak derecede fayda bulunduğu peşinen kabul edilmelidir. Bunun aksi, her bakımdan yanlışlara sebep olabilir. Burada şunu da ilave edelim ki, eski harfler tabir edilen harfleri öğrenmek ve dahi bunlarla yazmak isteyen her bir vatandaşımız bu isteğini rahatlıkla yerine getirebilir. Buna hiç kimsenin bir diyeceği olamaz. Zira Cumhuriyeti kuranların başında yer alan zevattan olarak hem Mustafa Kemal Atatürk, hem de ismet İnönü bu harflerle yazıp çiziyorlardı. Bu konuda epey örnek belgeler mevcuttur.
Bu hususta bilinen ve bilinmesi gereken o ki, bir alfabe bir anahtardır. Keza bilindiği üzere anahtarlar da kapalı kapıları açmada kullanılan olmazsa olmaz türünden birer gereçtirler. 29 kertikten oluşan ve banisi Mareşal Gazi Mustafa Kemal olan söz konusu anahtarımızın belki menşei batı kökenlidir ama tıpa tıp aynısı değildir. Mesela Fransızcada (o) sesi almak için (eau) harflerini birlikte kullanmak zorundasınız. Hâlbuki Merhum Atatürk bu sesi sadece bir harfle oluşturma maharetini göstermiş bulunmaktadır. Diğer taraftan Latinlerin bazı hallerde farklı “k” sesi almak için ve “k” ile birlikte kullandıkları “Q” harfinden vazgeçerek milletin hançeresini de dikkate alarak sadece “K” harfini kullanmıştır.
Meselenin daha da önemli olan sebebi, bilimin ve fennin Batıya kaymış olmasıdır. Bir an önce ve tez elden Batı ile uyum sağlamak için harf değişikliği ile yetinmeyerek rakamları da uyarlamıştır. Bununla da yetinmeyip gerek ölçü birim ve aletleri ve gerekse saat ve takvimin de uyarlanması cihetine gitmekte fayda görülmüştür. Biz inanıyoruz ki, eğer bilim batıya kaymamış olsaydı, o fevkalade uzak görüşlü olan müstesna insan bu yola asla girmezdi. Zira biz bunu Mustafa Kemal Atatürk’ün geçmişindeki tavırlarından bilmekteyiz. Mesela kendileri daha kurmay binbaşı iken Paris’te yapılan manevralara, yeniçerilerin o arkaya yani ense kısmına sarkıtılan kalpağıyla katılmıştı. Projesi birinci geldiğinde ise Fransız bir General: “ Hayret bu acayip kalpak altında bu zekâ!” diyerek hem hayretini hem de hasedini dile getirmiştir. İşte bu derce geçmişine bağlı olan bir kişi durup dururken ne diye böyle bir girişimde bulunsun. Bu mesele, ciddi manada üzerinde durup düşünülmesi gereken bir konudur. Zira 1950’lı yıllarda sadece % 10’nun, o da sadece okuma yazma bildiği Elazığ’ın Baskil ilçesindeki köyüm olan Hacımehmetli köyünde şimdilerde %60’a varan oranda yüksek öğrenimli insanımız mevcuttur. İşte size söz konusu yeniliğin en çarpıcı bir örneği olarak bu yetmez mi? Bu özel mahiyetteki bilgileri, çok iyi bildiğim için ve tartışmasız bir kanıt olarak yazmış oldum. Yoksa başka hiçbir niyet ve amacım yoktur. Sadece benim köyümde değil, tüm köylerde aynı durum söz konusu.
Hayati konulara yön veren liderlerin daima iyiyi, güzeli ve doğruyu kendi toplumlarına kazandırdıklarına Tarih tanıklık etmektedir. Örneğin M.Ö. 1700’lü yıllarda yaşamış olan Hammurabi’nin kendisi Babilli olmasına rağmen kanun ve kararlarını, şimdiki İngilizce’de olduğu gibi o devrin egemen dili olan Akatça (Âsur) dilinde yazdırmıştır. Keza hemen hemen aynı dönemde Anadolu’da yaşamış olan Hititler’in de resmi yazılarında aynı dili ve yazıyı kullandıkları kazılarla ortaya çıkan tabletlerden öğrenilebilmektedir. Demek oluyor ki hayati meselelerde mensubiyete pek itibar edilmemiştir. Ve dahi edilmemelidir diye düşünmekteyiz. Kanaatimizce, fevkalade uzak görüşlü olan Atatürk de bunu yapmıştır. Bu yaptığının ne denli doğru olduğu, ortaya çıkan verilerin geçmişle yapılacak karşılaştırmasıyla sabittir. Sanırım, aklıselim olan hemen herkes bir hakkın teslimi olarak bunu kabul edebilecektir.
Merhum Atatürk’ün bir mana adamı olduğunu hemen her vatandaşımızın kabul etmesi, zaruretten öte bir anlam taşımaktadır. Bunu küçük bir notla açıklamayı bir zaruret olarak görmekteyiz: Kendileri daha yüzbaşı iken Selanik’teki annesinin evine geldiğinde elinde bir kitapla evlerinden çıkmakta olan bir çocuğu gördüğünde, hangi münasebetle buraya geldiğini çocuğa sorduğunda; çocuk, kendisinin annesinden ders almak üzere gelmiş olduğunu ve ders bittiği için evine dönmekte olduğunu söyler. Atatürk, kendisine derste ne anladığını sorar. Çocuk bu soruyu adeta cevapsız bırakır. Atatürk daha o zaman bile okumanın anlamak için yapıldığını, eğer bir şey anlaşılmamışsa o okumanın okuma olmayacağını o körpe dimağa anlatmaya çalışmıştır. İşte bu sebepledir ki, Cumhuriyetin ilanını müteakip yapılan öncelikli işlerden biri de Kur’ân’ın Türkçeleştirilmesi olmuştur. Ama ne hazindir ki buna tepkiler akıl almaz derecede olmuş ve “Türkçe Kur’ân Olmaz” yavesiyle bu fevkalade hayırlı işe karşı çıkılmıştır. Ve bu sebeple, saf ve ter temiz bir ruha sahip olan, ancak araştırma imkânı o gün için pek mümkün olmayan halkın inanç sıhhatinin bozulmasına zemin hazırlanmış ve o masum insanların inanç sıhhati allak bullak edilmiştir.
Diğer taraftan kendi halkının çağdaşlarına göre pejmürde bir kıyafet taşımasına Atatürk’ün gönlü razı olmamış ve bu arada kadın giyim ve kuşamına pek dokunmayarak özellikle erkek nüfusun kılık kıyafetinin çağdaşlarına benzer olmasına çaba sarf etmiştir. Ama gelin görün ki dinî hiçbir gerek ve gerekçesi olmadığı halde Atatürk’ün bizzat kendisinin giydiği şapkaya karşı adeta isyan bayrağı açıp kendilerini sehpaya mahkûm edebilen insanımız olmuştur. Uzun sözün özü şu ki, insanımızı o gün anlamak pek mümkün olmamış ve ne hikmetse maalesef bu gün de anlamak pek kabil gözükmemektedir. Zira yaklaşık üççeyrek asrı aşkın bir zamandan beri devam ede gelen ve buna göre tabii olarak arşivler dahi oluşturulmuş olan bu yeni harf uygulamasına kafalar takılabilmektedir. Cidden anlamak hiç mümkün değil. Yukarıda da değinildiği üzere, işin önem arz eden tarafı, bu yeniliği mesele haline getirenlerin arasında maalesef “mürekkep yalayanlar” zümresinden bazı insanımızın bulunuyor olmasıdır. Bu, onlar adına ciddi manada bir akıl tutulması mesabesinde bir olgu olarak gözükmektedir. Onlar adına hayıflanmamak mümkün olmamıştır.
Yukarıda altını çizerek arz olunduğu üzere, eski harflerle okuma yazma heves ve merakına sahip olmak başka şey, ama toplumun ve dahi devletimizin dünya arenasında oldukça ilerlemesine ve O müstesna insanın deyişiyle “ Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” babında fevkalade mesafe kaydetmesine vesile teşkil eden bu denli hayırlı bir girişime karşı çıkmak daha başka bir şey. Bize göre bu, abesle iştigalden öte bir mana taşır niteliktedir.
Bu arada şunu da arz ederek konuyu kapatmamız gerekmektedir. Bu harf yeniliği daha Atatürk ve cumhuriyetten çok önce ve dahi savaş yıllarında Enver Paşa tarafından gündeme getirilmiş olduğu Atatürk’e intikal ettirildiğinde Atatürk: “ Harp zamanı harf işi olmaz” diyerek işi ironi içerikli olarak cevaplamıştır. Bu da, eski harfler tabir edilen ve sırf Kur’ân’ın yazımında kullanıldığı için anlamsız bir kutsallık atfedilen harflerle okumak ve yazmak oldukça zordur. Zira hareke denen seslendirmeler olmadığı takdirde kelimelerin yanlış okunması kaçınılmazlık arz etmektedir. Hareke denen bu seslendirme işinin ise İslamiyet’in yayılmasından sonra, bilhassa Kur’ân’ı yanlış okumayı önlemek babında ihdas edildiği hemen her kesin bildiği bir gerçektir. Demek oluyor ki; bu iş, Atatürk’ün bir fantezi olarak gündeme getirmediği söz konusudur. Bazı yanlış söylemlere kanarak bu harflere kutsallık atfedenler bilmelidir ki, bu harfleri Hz. Peygamber’in birer can düşmanı olan Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Ebu Süfyan da kullanıyordu. Daha da önemlisi, bu harfler daha Kur’ân nazil olmadana önce Mekke toplumu tarafından kullanılıyordu. Demek oluyor ki bu harfler Kur’ân harfleri değildir. Bunu da ayrıca hatırlatmak isteriz. Aklıselim her kese selam ve saygı.