Dr. Hasan YAĞAR·
ÜNİVERSİTE ÖZERKLİĞİ VE MİLLETVEKİLİ DOKUNULMAZLIĞININ
TERÖR ÜZERİNDEKİ ROLÜ
Uzun yıllardan beri, destekleyici bazı devletlerin güdümünde olan ihanet cephesinin oluşturduğu terör belasının, canım Türkiye’yi Şehitler Beldesine çevirdiği hepimizin malumudur. Bu ihanet cephesini oluşturanları her fırsatta ve derhal tanımak “gündüz külahlı, gece silahlı” oldukları için pek kolay olmamaktadır. Ve dahi tüm istihbarî çabalara rağmen bunların koyacakları saldırıları toptan önlemek de maalesef pek mümkün değildir. Zira demokratik ülkelerin hemen hepsinde bu böyle olmuştur, olmaktadır. Bu sebepledir ki yürekleri dağlayan eylemler olabilmektedir. Temenni etmeyiz ama bu işin tabiatı gereği ileride de olması ihtimali göz ardı edilmese gerek.
Ne yazık ki bu ihanet cephesi İstiklal Harbi zamanında dahi olmuştur. Dikkat edilecek olursa Kurtuluş Savaşı demeyerek İstiklal Harbi diyoruz. Çünkü İstiklal Harbi sonrasında 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile istiklalimizi kazandık. Ama onlar hâlâ peşimizi bırakmıyorlar. Kısacası Onlardan kurtulamadık. Şayet kurtulmuş olsaydık belki o zaman Kurtuluş Savaşı denebilirdi. Peşimizin bırakılmamasının sebebi de, yer küreyi cehenneme çeviren söz konusu ve dahi malum bu devletlerin BEN-SEN çekişmesidir. Binaenaleyh yer küredeki İlahî nimetlerin tamamını zıkkımlanmak sevdasında olan ve adına devlet denen bu cani oluşumlar, hep var olagelmişlerdir. Şimdi de varlığını sürdürmekteler. Emperyalizmin tabii sonucu olan sömürgeciliğin başka türlü izahını yapmak pek mümkün olmasa gerek.
Efendim bu küresel çekişmeyi anlamak ve bir noktaya kadar izahını yapmak zor değildir. Esas mesele, ihanet cephesini oluşturanları anlamak meselesidir. Zira hem devletin nimetlerinden faydalanmaktalar, hem de içerisinde bulundukları “devlet gemisini” delmeye çalışmaktalar. Ne yazık ki bunu da akıl danelerinin vaat, teşvik ve tahrikleri ile yapmaktalar. Bir TV programında gazeteci Sayın Hüseyin Gülerce’nin bizzat ağzından duydum. Diyordu ki Sayın Gülerce: “Katledilen Hırant Dink’in de içinde bulunduğu bir gazeteci grubuyla Diyarbakır’a bir konferansa gitmiştik. Konuşması sırasında merhum Hırant Dink dediki: -Arkadaşlar! Sakın ola Batılıların vaatlerine kapılmayın. Onlar vakti zamanında bizleri de kandırdılar. Ve bizler darmadağın olduktan sonra her kes kendi köşesine çekili verdi. Ve bizleri kaderimizle baş başa bıraktılar. Oysa bizler Osmanlı’da oldukça müreffeh bir hayat sürmekteydik”. İşte buyurun cenaze namazına! Acaba merhum Dink bu konuşmasından ötürü katledilmiş olmasın. Bizce pek uzak değil. Çünkü bu beyan küresel çekişmenin emellerini deşifre eden bir konuşma da ondan. Şimdi içimizden bazıları Ermeni vatandaşlar aleyhinde ileri geri konuşmakta iseler de, sadakat ve ihanet bambaşka bir şey. Bunun; etnik, dinsel ve mezhepsel bağlarla hiç alakası yok. Sadece akıl, izan ve vicdanla alakası var. Kısacası ihanet denen melanet bir karakter hastalığı olsa gerek. Yukarıda değinildiği üzere İstiklal Harbi zamanında vuku bulan ihanetlerin filme çekilmiş romanları acep neyin ifadesidir.
Bu uzunca lafı güzaftan sonra en başa dönelim: Hepimizce malum olduğu üzere, bu fevkalade elim olayların faillerini cesaretlendiren ve ne yazık ki devletin nimetlerini bol keseden kullanan bir güruh var güzelim Türkiye’de. Bunların başında TBMM üyesi olarak en yükseğinden maaş alan bazı bedbahtlarla, özerk üniversitelerin bazılarının başında bulunan vurdumduymaz ve oturmakta olduğu koltuğun tadını, suya sabuna dokunmadan çıkarmaya çalışan bazı rektörler gelmektedir. Bir de bu rektörlere bağlı olarak arzı endam eden bazı fakülte yöneticilerini de unutmamak lazım. Ankara’da mevcut bazı üniversite ve fakülte kantinlerine gidecek olursanız orada duvarlara adeta kazılmış vaziyette, terör odaklarını medhüsena eden yüzlerce slogana rastlarsınız. Peki, bunlar nasıl görmezlikten gelinebilir. Nitekim bu kantinlerin terörist örgütlere eleman devşirmekte olduğunu bilmeyen, Allah’ın hiçbir kulu yok gibidir. O halde oralara binde bir türünden uğrayan biz vatandaşlar bunu biliyoruz da, nasıl olur da oranın yöneticisi olan devletin nimetli mümtaz ve dahi mümeyyizleri bunun farkında olmuyorlar veya olamıyorlar. Buna kimsecikler asla inanmaz. Bunlar her hal ve şartta bilinmekte ama mani olunmak istenmemektedir. İstenmemekte, zira tüm bunlar fikir özgürlüğü olarak kabul edilmektedir. Mevcut özerklik sebebiyle de yönetimden her hangi bir davet olmadığı sürece güvenlik görevlilerinin buralara girmesi asla mümkün değildir. Kısacası bilim için kazandırıldığı söz konusu olan bu özerklik kalkanı devlet ve millet aleyhine kullanılan bir alet haline dönüştürülmüş bulunmaktadır. Madem böyle, derhal ve bir saniye gecikmeksizin özerklik denilen bu kalkan kırılarak, toplum için en ideali türünden ve sadece bilimsel alana münhasır hale getirilmelidir. Aksi halde bu hengâme ilelebet sürüp gidecektir. Nitekim 13 Mart 2016 günü, güzelim Ankara’nın kalbi mesabesinde olan Kızılay civarında ve otuzu aşkın birçok masum vatandaşımızı hayattan koparan bombalı saldırının faili üniversite öğrencisi kızın bu yolla örgüte kazandırılmış olduğu söz konusudur. Zavallı ebeveynlerin, en büyük acılar cümlesinden olan evlat acısına rağmen cenazelerini kabul etmemeleri, bu konuda hiç mi kimseye fikir vermemektedir. Mutlaka vermektedir ama mevcut durum, ancak ateşin bir başka ocağa düşmesini bekletir bir durum olduğu için sanki her kes bu günü beklemektedir. Ne var ki, Türkiye’ye yani hepimize yazık edilmektedir.
Diğer taraftan görsel ve basılı medyanın bazı mensuplarının düşünce ve fikir özgürlüğü diye adeta can simidi gibi sarıldıkları söz konusu özgürlük de bu mesabede değerlendirilmelidir. Demokrasi adına dile getirilen bazı söylemlerin bir gün kendileri için de bir tehlike olamayacağının garantisini hiç kimsenin veremeyeceği unutulmamalıdır. Nitekim aynı sistemin, çok güçlü ve o derce de kıymetli nice kalem sahiplerini hayattan kopardığını hemen herkes bilmektedir. Tabi ki demokrasi güzel bir şeydir. Ama tüm bu aymazlık ve duymazlıkların demokrasi ile asla alakasının olmadığı bir defa değil çok defa ve uzun uzun düşünülmelidir. Bu gidişatın, kendilerine gönül vermiş bazı odak sahiplerini de bir gün hayattan koparabileceğini söylemenin kehanet olmayacağını düşünmekteyiz. Zira terör ve onun bağlıları, bir denizde başıboş dolaşan birer “serseri mayın” görünümündedir. Ne zaman ve nerede hangi gemiye çarpacağını hiç kimse ama hiç kimse bilemez ve bunun garantisi de yoktur.
O halde akıllar tez elden başlara devşirilerek milletvekili dokunulmazlıkları Kürsü Dokunulmazlığı; Üniversite özerkliği de sadece Bilimsel Özerkliğe dönüştürülmek suretiyle bu keşmekeş ortadan kaldırılmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde bataklık yerine sinekle mücadele ha bire sürüp gidecektir. Bunun faturasının ise bir hayli yüksek olacağı izah götürmeyecek derecede hem açık hem de seçiktir. Tekrar edelim ki düşünme ve yazma hürriyetinin de muğlâklıktan kurtarılarak gerçek anlamda topluma ve dahi devlete hizmet eder hale getirilmesinin de aynı cümleden olarak değerlendirilmesinin kaçınılmazlık arzı ettiği kabul edilmelidir.
Sözün Sonu: Yukarıda naçizane olarak arz edilenler her ne hikmetse şu veya bu saikla bir türlü gündem bulamamaktadır. Devlet ve toplum hayrına olabilecek bazı düzenlemeler, herkesin malumu olduğu üzere, belli kişiliklere münhasır kılınmak suretiyle karşı çıkılmakta ise de, bunun ciddi bir açmaz olduğunu her akıl sahibi böyle değerlendiriyordur. Zira “Tavşana kızıp dağı yakmanın anlamı olmaz” lafzını, her bir tariz ve saygısızlıktan uzak olarak biz de tekrar etmek isteriz. Aklıselim herkese selam, sevgilerle. 23.Mart.2016