Cümle âlemin bildiği üzere silahlar, kuzu postuna bürünmüş kurt misali hümanizm kılığında arzı endam edenlere; cesetler de maalesef vakti zamanında hurafe ve safsatanın peşine düşerek ilimden uzaklaştıkları için hümanist (!) tuzağına düşürülmüşlere ait olmaktadır. Ne yazık ki bu tuzağa düşürülenler, yaşadıkları coğrafya farkı gözetilmeksizin Müslüman kimliğine sahip insanlar olmaktadır. Bu tuzaklama işi, maalesef aynı şekilde ilimden uzaklaştığı için Tarihe tevdi olunan Osmanlı Devletinin çöktürülmesinden itibaren doludizgin devam etmektedir.
Osmanlı Devletine cephe alma iki sebebe dayalıydı:
1) Haç’a mensup olmayıp Hilal’i temsil ediyor olması.
2) Sanayi devrimi yapmış Haç’a mensup olanların gereksinim duyduğu teknik yakıtın genel olarak Osmanlı Devleti topraklarında bulunuyor olması.
Kısacası yer küredeki kavga, Avrupa’daki din savaşları ayrık tutulacak olursa genel olarak Haç-Hilal mücadelesinden temel almakta olup, Hilal’i temsil eden Büyük Selçuklu hükümdarı merhum Alparslan’ın Malazgirt ovasında Haç’ı temsil eden mağrur Romen Diyojen’i mağlup etmesinden itibaren başlamıştır.
Bu raddeden itibaren özellikle Kilisenin başını çektiği Şark Meselesi, Batı dillerindeki deyişiyle “La Question D’orient”, tas tamam bu noktadan itibaren başlatılmış olup, bir proje olarak Haç’a mensup hükümdarlara sunulan bu büyük ideal, üç temel esasa dayalıydı:
1) Avrupa’ya yönelmiş Müslümanları durdurmak
2) Geldikleri Avrupa’dan atmak.
3) Anadolu’dan atmak. Yani yok etmek. Zira buradan başka gidilecek yer yoktur.
Bilineceği üzere birinci aşama ikinci Viyana kuşatması (1983) sırasında Gerçekleştirilmiştir. İkinci aşama ise Balkan Savaşlarıyla (1912-1913) sağlanmıştır. Şükürler olsun ki üçüncü ve en son aşama olan Anadolu’dan Atmak aşaması, bir İlahi Rahmet olarak vücuda getirilen Mustafa Kemal Atatürk tarafından akamete uğratılabilmiştir. Ama buna rağmen bu davadan vazgeçilmemiştir. Duruma bakılacak olursa asla vazgeçilmeyecektir.
Orta Doğu adıyla söylenen bölgenin, ne tarihte ne de coğrafi atlaslarda eskiye dayalı her hangi bir geçmişi yoktur. Tamamen Batılıların kendi emelleri doğrultusunda ve dahi böl-parçala-yut stratejilerine uygun olarak uydurdukları bir coğrafi kavram olup, demografik yapı (beşeri öğe) bakımından silahlarını ve bombalarını pazarlayabilmeye yönelik olarak şekillendirdikleri bir coğrafi kesim olduğunu düşünmekteyiz. Zira buralar halkı maalesef, inandıkları Tanrı, rehber olarak seçtikleri Elçi ve benimsedikleri Din bakımından aralarında köken birliği olmasına rağmen şu veya bu safsata ve hurafeler sebebiyle bölük pörçük edilerek yekdiğerine düşürülebilmiştir. Ve bu sayede silahlarını, bombalarını, mayınlarını, roketlerini ve roket atarlarını, füzelerini, kısacası insan öldürmeye yönelik olarak icat ettikleri ne kadar öldürücü malzemeleri varsa hemen hepsini buralarda rahatlıkla pazarlayabilmekteler. Ve ne hikmetse, bu silahları bir aşk ve iştiyakla satın alma gafletine düşürülen ve maalesef Müslüman olarak adlandırılan bu gafillerden öldüren de Allahuekber demekte ölen de. Bakınız ne güzel tezgâhlamışlar.
İşte tüm bunlar, vakti zamanında Hilal’i temsil eden ve hemen her bir Haç temsilcisinin korkulu rüyası olan Osmanlı Devletinin egemenliğindeki coğrafyada cereyan etmektedir.
Osmanlıyı tarihe tevdi etmek, el birliğiyle, Haç’a mensup olanlar tarafından sağlanmıştır. Bunu yaparken, devletin güçlü olduğu dönemlerde eşik hizmetkârlığını dahi onur sayan ve fakat zayıf düşen bir canlı bünyenin kendisi içerisinde barındırdığı virüslerce alt edildiği misali, devletin zayıf düşmesiyle birlikte horozlanıp böbürlenen Hıristiyan kökenli Osmanlı vatandaşlarının kandırılmak suretiyle kendileriyle iş birliği yapmalarından yararlanmışlardır.
Bunun en tipik örneğini, halk arasında Doksan Üç Harbi olarak bilinen, Miladi 1877 ve Hicri 1293 tarihinde cereyan eden Osmanlı-Rus savaşı sonunda görüyoruz. Bileneceği üzere bu savaşın iki temel cephesi vardı. Biri Tuna Cephesi, diğeri ise Kafkas Cephesiydi. Kafkas Cephesinin başkomutanı savaş sonrasında gazilik unvanı alan Ahmet Muhtar Paşa; Tuna Cephesinin başkomutanı ise, Abdülkerim Nadir Paşa idi. Rusların adeta elini kolunu sallayarak Tuna’yı geçmesine bir bakıma seyirci kalan ve bu sayede Rusların savaşı kazanmasına vesile olan ve bu nedenle savaş sonrasında Divan-ı Harb’e verilen bu zat Osmanlı tarihinde çok kötü bir sürecin başlamasının da mimarı olmuştur. Zira Rus askerleri Yeşilköy’e kadar gelebildiler.
Bu suretle savaşta yenik düşen Osmanlı Devleti 19 Ocak 1878 tarihinde Edirne’de ateşkes imzalamak zorunda kaldı. Sonrasında da 03 Mart 1878’de kendisi için asla hayra alamet hükümler içermeyen Ayastefanos Antlaşmasına aynı minval üzere imza koydu. Tam bu sıralarda ve dahi Osmanlı üniforması taşıyan Stefan Aslanyan Paşa ile Ohannes Nuriyan Efendi gizlice buluşarak Edirne’ye gittiler ve Rus başkomutan Grandük Nikola’ya, bağlılıklarını arz ederek, yapılacak antlaşmaya Ermenilerle ilgili bir madde konması ricasında bulundular. Tabii olarak kendilerine söz verildi. Zira kendileri gökte aranırken yerde bulunmuştu. Böylece söz konusu antlaşmaya 61.Madde olarak şu hükümler kondu: “ Babıâli Hükümeti, Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde yerel durumun gerektirdiği iyileştirmeleri ve reformları zaman geçirmeden gerçekleştirmeyi ve Kürtler ile Çerkezlere karşı Ermenilerin güvenliğini sağlamayı üzerine alır.”
Bu suretle, ilk defa olarak Uluslar arası bir antlaşmada Ermeni adı açıkça yer almış oldu.
Kars, Ardahan ve Batum’un Rusya’ya katılması ve Ermeniler üzerinde Rus nüfuzunun artması, aynı sevdaya hizmet eden İngiltere’nin çıkarlarına ters düşüyordu. Zira Doğu Anadolu’da Rusya himayesinde kurulacak bir Ermenistan, İngiltere’nin Basra Körfezi ve Hindistan yolundaki güvenliğini tehlikeye düşürecekti.
İşte özellikle bu sebebe dayalı olarak Ayestafanos Antlaşmasını değiştirmek için İngiltere derhal kolları sıvadı. Temelde bu maksada, ama görünürde sanki Osmanlı Devletine destek oluyor görüntüsü verilerek bu konudaki diplomasinin başını çeken İngiltere, amacına ulaştı ve ikili antlaşma olarak imzalanan söz konusu antlaşma yerine, Berlin’de toplanan kongrede çok taraflı yeni bir antlaşma imzalandı.
Berlin kongresi öncesi, İstanbul Ermenileri ve Ermeni Patrikhanesi’ni özerklik heyecanı sardı ve çalışmalar başladı. Patrik Nerses, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’e bir mektup yazarak; Osmanlı devletinin zayıfladığını, artık Müslümanlarla Hıristiyanların bir arada yaşamalarının mümkün olmadığını ve Doğu Anadolu Bölgesinde bir Hıristiyan yönetiminin kurulması gerektiği hususunda öneri ve telkinde bulundu.
Bir yöntem olarak Haç’ın diğer mensuplarıyla birlikte bu yolla Osmanlı Devletini yok etme sevdasında olan İngiltere, Ermenilerin bu önerisini, mal bulmuş Mağribi gibi derhal kabul etti ve Kongre sonunda Berlin Antlaşmasına keza 61.madde olarak şu hükümleri koydurdu: “Babıâli, Ermenilerin yaşadığı eyaletlerde, yerel ihtiyaçların gerektirdiği reformları geciktirmeden yapmayı ve Çerkez ve Kürtlere karşı Ermenilerin huzur ve güvenliğini sağlamayı taahhüt eder. Bu hususta alınacak tedbirleri imza sahibi devletlere bildirecektir ve bu devletler de alınan tedbirlerin uygulamasını gözetleyecektir.” İşte buyurun cenaze namazına! Günümüzdeki alavere dalaverelere gönül vermiş gözükün bazı Kürtlerin akillerine ithaf olunur. Saklamadan söylemeliyim ki bendeniz de Kurmanç koluna mensubum.
Zira ta o gün, 1878’de Kıbrıs’ı ve 1882’de de Mısır’ı ele geçiren İngiltere, gözünü Anadolu’ya çevirmişti. Artık amaç, Osmanlı Devleti toprakları üzerinde ulus devletler adı altında kendisinin güdümünde devletçikler kurmaktı. Eğer Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı şimdilerde Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da Ermeni egemenliği sürüyor olacaktı. Bu, mutlaka böyle biline ve buna göre akıllar başlara devşirile!
İngiltere, o güne kadar alışık olunmayan bir yöntemle; Sivas, Erzurum, Van ve Kayseri’ye asker konsoloslar atadı. Bunların görevleri genel olarak Anadolu halkının çeşitli sınıfları üzerinde araştırmalar yapmaktı. Bu misyonla atanan bu kişileri Ermeniler ta yollarda karşılayarak bunları birer kurtarıcı ve kahraman olarak ilan ettiler.
Burada asıl amaç Osmanlı Devleti çöktüğünde Ermenilere bağımsız bir devlet kudurtmaktı. Bu devlet zaten kendi ayakları üzerinde duramayacağı için de İngiltere’nin himayesine girecek ve İngiltere de Rus yayılmasına set çekmiş olacaktı.
Bu konuda yazılacak çok şey var. Lakin bu yazı türüne uygun düşmeyeceği için fazlaca detaya girmenin doğru olmayacağı düşünülerek artık sözü bağlamamız gerekmektedir.
Bu suretle kapışan İngiltere ve Rusya için Anadolu artık bir hedefti. Ruslar terör örgütleri kurmaya başladılar. Nitekim özellikle Doğu Anadolu’da akla hayale sığmaz jenosit uygulattılar. Bunları yapanlar, Rus Ermenilerine kurdurulan Hınçak ve Taşnak Cemiyeti isimli terör örgütleriydi. 1915’te cereyan eden Van isyanında halkın hemen tamamı katledildi.
Ermeni isyan ve katliamlarında 554.000 Müslüman hayata veda ettirildi. (Yukarıdaki bilgiler için bkz.;Turhan Çömez; Berlin Antlaşmasının 61.Maddesi, 27 Nisan 2005 tarihli Akşam Gazetesi).
Uzun lafın özü şu ki, eskiden beri devam ede gelen Haç-Hilal mücadelesi elan dahi tüm şiddetiyle devam etmektedir. Ancak kılıflar farklı. Yukarıda da değinildiği üzere Haç’a mensup olanlar insan öldürme üzerine geliştirdikleri teknoloji ürünlerini derin uykularda umulmadık rüyalar görmeyi heves eden bazı Hilal mensuplarını biri birlerine öldürtmekteler.
Ve naçizane olarak diyorum ki, Haç’a mensup olanlar asla Hilal mensupları için hayır düşünmezler. Zira bu güne kadar Hilal’e mensupların topraklarında yaptıkları ve ettikleri apaçık ortadadır. O halde bundan ders çıkarmak lazım değil midir?!
Bakınız II.Dünya Savaşında atomla terbiye ettikleri Japonlar ile darma dağın edilerek ordu kurmaları dahi yasaklanan Almanya tekrar diriltilmiştir. Bu asla tesadüf değildir. Eğer bunlar Hilal mensubu olsaydı asla bir daha gün yüzüne çıkmalarına izin verilmezdi. Bu böyle biline! Nitekim IŞİD denilen baş belası, ha bire Müslüman katlederken gıkı çıkmayan Birleşmiş Milletler(?!)’in ilgili komisyonu, ne zaman ki Yezidilere dokunma oldu o zaman Işid aleyhine karar aldı. Bu da dediğimizin kanıtı değil midir?
Artık safsata ve hurafenin derin mi derin uykusundan uyanmanın zamanıdır. Bu bakımdan his ve hayallerin değil, akıl ve izanın egemen kılınması zamanı olduğunu unutmamalıyız.
Ne hikmetse bize ilkokulda fişlerle okuma yazma öğretildiği zaman elimize verilen fişlerde şu yazıyordu: “ALİ UYU. UYU YAT UYU”! Acep bu telkin kanımıza mı işledi ne dersiniz? Niçin: “Alİ ÇALIŞ. KALK UYUMA DERS ÇALIŞ” gibi kelimeler seçilmedi de o kelimeler seçildi hâlâ ciddi merakım olmuştur.
Yukarıdan beri yazılanlar hakkında şayet yanlışım varsa lütfen düzeltiniz. Tüm engellemelere rağmen uyanmış veya uyanabilmiş bir İslam Âlemi sevdasıyla! Her kese esenlikler dileriz.