Orta Doğuda Yaşanan Kaos…
Orta Doğuda, Irak’ta başlayan, fazla dikkat çekmese de körfezde farklı yönüyle süren, Libya’da, Mısır’da devam eden Arap Baharı adıyla cazibe kazanan, devamında farklı boyutlarda ihtiva ettiği izlenen, Mısır’da yaşanan Arap baharı sonrasında gerçekleşen ihtilal ve devamında yaşananlar ve sınırımızda Suriye’de cereyan eden son gelişmeler değerlendirildiğinde; Arap Baharı ile başlayan ve demokratikleşme sürecinin alkışlandığı süreç bir anda tersine mi dönüyor soruları cevap bulmadı...
Arap Baharında desteklenen süreçte iş başına gelenlerin ülkede yaratılan kaos ortamında eskiye dönüş sürecinin örtülü bir şekilde savunulur olmasının, zihinlerde irdelenmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Bizim 30 yılı aşkın zamandır farklı boyutlarıyla yaşadığımız, normal kabul ettiğimiz benzer süreç, daha farlı yönüyle ve daha ağırlaşmış haliyle Orta Doğu’yu bir anda kasıp kavurmaya başladı ve günümüzde de devam ediyor…
Irak’ta yaşanan gelişmelerle ilgili haberlerinin satır aralarında, “ABD gitmeseydi daha iyi olacaktı..” medya haberleri unutulmadı. Bu haberlerde; “Zihinlere yeni algılar yerleştirme çabaları mı başladı?” sorusu yeterince tartışılmadı zihinlerde.
Yeniden huzurun ve barışın sağlayıcısı olarak gösterilmesi süreci mi başlatılıyor… Yaşananlar “Özgürleştirme” midir? Yoksa tarihte kalan, ilkel kabile devletlerinin kuruluş süreci mi yönetiliyor toplumlar ayrıştırılırken?
Bir anda doğan ve Irak-Suriye ekseninde Ortadoğu’nun bütününü etkileyen “IŞİD” eylemleriyle bir anda bölgeyi derinden sarstı. Esed’in gitmesi yönünde muhalefeti şekillendiren “küresel aktörler”, “IŞİD” sonrasında, Suriye muhalefetini organize etmekten vaz geçip, bir anda yeni bir rota çizerek, küresel eksende yeni stratejiler üretmeye koyuldular “Küresel Aktörler”. Bu gelişmelerle İslam âleminde dün yaşanan; İmam Hasan’ı, İmam Hüseyin’i, Kerbela’yı ve günümüze yansıyan tesirlerinin küresel ölçekte kaşınır olması süreci başlatıldı. Yaşanan Şii-Sünni ayrışmasının mezheplerin devlet kurması şeklinde bir yola sokulurken, Orta Doğuda huzurun temininde bölge devlerinin “Küresel Güçleri” daveti gibi bir sonuca götürülmesi Orta Doğunun yarını açısından fayda maliyet analizi yapılmalıdır.
Küresel ölçekte başlayan süreçte bir anda “IŞİD” lehinde, aleyhinde taraflar oluşması, değerlendirmelerin küresel yönlendirmeler ışığında yapılması, süreç, yarına yansıyacak olumsuzluklarıyla çözümsüz bir yola itilirken, “IŞİD”den kurtulmanın ve bölgede huzurun “Küresel Aktörlerin” davetinde aranmasının teşviki, kabulü, ABD’nin bir anda inisiyatifi ele alması ve “sorunu biz çözeriz” diyerek bölgeye girişi, uçakların uçuşu ve yarın yaşanabileceklerin öncülerinin yaşandığı günümüzde, Irak’da yaşanan üç ayrı devlet formunun Suriye için de düşünülür olması, İran üzerinden Asya içlerine açılabilecek, Akdeniz bağlantılı bir koridorun oluşturulması sürecinde yaşanan gelişmelerde ABD ve küresel aktörler bölgeden ne istiyor sorusu akla takılıyor bir anda…
ABD’nin Ortadoğu ile yakın ilgisi salt yer altı zenginliklerine sahip olma, ‘enerji kaynaklarını elde etme gayretinden ibaret midir? Başka olası hedefleri de olabilir mi? Yoksa gerçekten çok samimi bir şekilde “Orta Doğuya kalıcı huzur ve adaleti getirme” amaçları mı bütün gayretleri?
Küresel ısınma, ya da bilimsel ismiyle ‘Global Warming’ konusunda ABD’li bilim damlarının ve üniversitelerinin özel bir ilgi gösterdiği bilinen bir hakikat…
John Weier; Türkçe ifade etmek istersek ‘Yeni bir dünya savası, büyük bir meteorun dünyaya çarpması ya da tedavisi bulunmayan bir hastalık ihtimallerini dikkate almazsak, küresel ısınma tüm dünya’yı tehdit eden TEK OLAYdır.’ Derken, (1). A.J. McMichael Edörtüğünde yayınlanan çalışmada; Küresel ısınmanın sonuçlarını görmezden gelmenin ’ büyük bir hata olacağına vurgu yapar (2).
Küresel ısınmayla birlikte deniz seviyeleri yükselecek.10 yıl kadar sonra geri dönüş mümkün olmayabilir. Sera etkisiyle de gezegenimiz günden güne yok oluyor. Bilim adamlarının yaptığı araştırmalara göre, 11 bin 700 yıl önce Afrika’yı etkisi altına alan hava dalgasıyla oluşan Kilimanjaro buzulu erimeye başladı. Science dergisinde yayımlanan araştırmada, “uydu verilerine bakılırsa, 2020 yılında Kilimanjaro’nun beyaz şapkası yok olacak” deniliyor. Yok olacağından söz edilen Kilimanjaro’nun tepesinde bulunan buz tabakası, şu anda bile susuzluk çeken Tanzanya’nın nehirlerini besleyen ana kaynak. 2025 yılı itibariyle dünya nüfusunun neredeyse yarısının su kıtlığıyla karşı karşıya kalacağı tahmin edilmektedir (3).
Küresel ısınma dünyanın yarını açısından yaşanan bir felaket olduğu bilim çevrelerince ifade edilirken, yarınlar açısından tedbirlerin alınmasının önemine işaretler edilmekte, yaşanan enformatik süreçte tedbirler süreci yönetilmeye çalışılmaktadır.
George Bush hükümetinin, Ocak 2003 yılında ‘İklim Degisikleri Arastırma (Bilim) Programı, 10 Yıllık Stratejik Plan’ (Climate Change Science Program, 10 Year Strategic Program) adıyla yeni bir çalısma baslattığı, Enerji Bakanlıgı bünyesinde hizmet verecek program için özel ve kamu sirketlerine özel fon ayrılmasına karar verilmesi ve konuya ilişkin makalenin enerji bakanlığı (energy.gov) sitesinde Spencer Abraham imzasıyla 24 Temmuz 2003 tarihinde yer alması dikkat çeker. Her ne kadar makale içerigi fosil (petrol) yakıtlarını terk etme, ozon tabakasına zararlı gazları sınırlandırılması gibi içerige sahip olsa da yılda 4.5 Milyar dolar fon ayrılması dikkat çekicidir. Ayrıca gelecek 5-10 yıl içerisinde ek 5 Milyar dolar daha ayrılması karara bağlanması dikkate değer. Baska bir deyimle ABD hükümeti küresel ısınmanın önüne geçmek ve iklim değişikliklerini geciktirmek için yüksek miktarda bir fon ayırmıştır: ‘Federal spending related to climate change now totals $4.5 billion a year. And these new initiatives, alone, will constitute over $5 billion in research over the next 5 to 10 years.’ Plan tarif edilirken kullanılan kelimeler oldukça dikkat çekicidir: Ulusumuzun ve dünyanın karsılaştığı en karmaşık bilimsel problem. ‘... some of the most complex scientific challenges and problems that our nation and the world have faced.’ (4).
Bu tedbirler sürecinde; Nato’nun da kedisine özel bir görev addetmesi, bu yönde kendine özel bir misyon edinmesi çok çok önemlidir…
19 - 20 Kasım 2010 tarihleri arasında Lizbon’da yapılan NATO’ya üye ülkelerin toplantısında;
Bu süreçte “YENİ STRATEJİ” ne diyor?
1. Nükleer silahlar, NATO ülkelerinin savunması için mutlak önemdedir. İngiltere ve A.B.D.’nin mevcut stratejik nükleer silah programları çerçevesinde, silahların modernizasyonu ve özellikle Avrupa topraklarında yeni bölgelere konuşlandırılacak başlıklar bu savunma için yaşamsal önemdedir.
2. 21.Yüzyılda Avrupa’nın Amerikan balistik füze kalkanı ile savunulmasına odaklı A.B.D. planı esas kabul edilmektedir.
3. Afganistan’da sürdürülen mücadele NATO’nun ana sorunudur. Bu mücadele savaş kazanılıncaya kadar, askeri ve sivil alanlarda devam etmek zorundadır.
4. Tüm üye ülkeler savunma mekanizmalarını güçlendirmek ve verimli kullanmak üzere yeniden yapılandırmalıdırlar.
5. Her ne kadar NATO’nun politikaları üye ülkelerini korunmasına yönelikse de, doğal kaynakların ve onların ticaret yollarının korunması da NATO’nun yeni stratejik hedefleri arasındadır.
6. NATO’nun üyelik ve savunma alanının doğuya doğru genişlemesinin gerekliliği, NATO’nun, Güney Sovyet Cumhuriyetleri, Endonezya, Malezya, hatta Avusturalya, Yeni Zelanda ve Japonya ile ortaklık anlaşmaları yapmalarını zorunlu kılmaktadır.
7. Lizbon Anlaşması’nın askeri ve savunma politikalarını hükme bağlayan maddeleri çerçevesinde, Avrupa Birliği NATO’nun askeri ortağı kabul edilmektedir.
8. Bilgisayar, iletişim ve güç ağları sistemleri ile başlatılan “siber savaş”, “elektronik savaş”, NATO’nun savunma stratejilerinde yeni biçimlenmeleri gerekli kılmaktadır.
9. Küresel ısınma, iklim değişiklikleri ve diğer küresel değişimlere bağlı olarak ortaya çıkan göç akımları da NATO’nu yeni sorumluluk alanlarına girmektedir, dolayısı ile askeri konular kapsamına alınmaktadır.
10. Ve tüm bu yeni sorumluluk alanları ‘terörizme karşı savaş’ın gerekleri olarak kabul edilmektedir. (4)
Varşova Paktının dağılmasıyla birlikte, “NATO’nun görevleri de sone erdi, fonksiyonunu tamamladı mı” sorusu tartışılırken, kısa bir bocalama döneminden sonra ABD’nin yönlendirmeleriyle birlikte, fiili, “de facto” bir durum oluşturarak, ‘dünyanın jandarması’ konumuna oturan, sempatik gibi görünen ‘dünyanın jandarması’ olma konumunu, insanlığın barış ve huzuruna hizmet etmekten ziyade, ilgili pozisyonun ABD çıkarlarına göre dizayn edildiğine ilişkin önemli kaygıları da gidermeyen, NATO’nun “Küresel ısınma, iklim değişiklikleri ve diğer küresel değişimlere bağlı olarak ortaya çıkan göç akımları” konularına odaklanmasının, bu yeni sorunlara yönelik çalışmalarının gözden kaçtığını, fakat küresel ölçekte barış ve huzurun devamı, yarınlarımız açısından önemli olduğunu düşünüyoruz.
Bilimsel bir sürecin, küresel göçlere neden olacağı, bu sürecin de askeri konular kapsamına alınması kararı gerekçesi ne olabilir? (4)
ABD’nin tüm Ortadoğu politikasının sadece petrol rezervlerinin kontrolü olduğu tezinden farklı bir şeyler öne sürmek de gerekmektedir. İşin petrol kısmını zaten gazetecisinden strateji uzmanına hatta ilkokul öğrencisine dek herkes sık sık dile getirmektedir.
Peki o zaman başka hangi gerekçeler olabilir ki Emperyalist güçlerin Ortadoğu’yu kontrol altına alma isteklerinin. Bunun cevabı çok farklı bir yerden değil yine Pentagon’un kendi içinden geliyor. Askeri Strateji Uzmanı olan ve Pentagon’un sayılı “Şahin”lerinden olan Marshall’ın 2004’te Başkan’a sunduğu ve basına da yansıyan raporuna (4) bakıldığında bazı satır araları görüleceğini düşünüyoruz.
Rapora göre; önümüzdeki 20 yıl içinde Avrupa’nın kuzeyi aniden çok soğuyacak.İngiltere’nin büyük bir kısmı tamamen buzlar altında kalacak. Hollanda sulara gömülecek. Avrupa’nın klimi değişecek ve bu yeni “buz devri” insanların göçe, dolayısıyla savaşa zorlayacak. Bu iklim değişiminden Türkiye gibi Güneydoğu Avrupa ülkeleri ve Ortadoğu etkilenmeyeceği sayıtlısı dikkat çeker…
Peki nasıl olacak da Avrupa 20 yıl gibi iklim değişimi açısından kısacık sayılabilecek bir dönemde buzullarla kaplanacak?
Bunu açıklamak gerekirse; Bilindiği üzere kuzey yarım kürede ekvatordan kuzeye doğru gidildikçe matematiksel konum gereği güneş ışınları daha az açıyla yeryüzüne çarpar ve sıcaklık azalır. Bu gibi etkilere coğrafya uzmanları kısaca “enlemin etkisi” derler. Türkiye 36-42 derece Kuzey enlemleri arasında olduğu halde kışın İstanbul’dan yoğun kış görüntüleri geliyor ve sokakta kalanlar donuyorken nasıl oluyor da 50.-58. kuzey enlemleri arasında olan İngiltere’de veya 70. kuzey enlemde bile toprağı olan Finlandiya’daki soğuklarda hala yaşam bulunuyor?
Bilimsel cevabı; “KUZEY ATLANTİK AKINTISI”dır.
Peki nedir bu Kuzey Atlantik Akıntısı? Nasıl oluşur? Cevabı şu: Muazzam su kütleleri saatte dokuz kilometrelik bir hızla Karayipler’den Amerika’nın doğu kıyısına akıp giden Atlantik’i aşıyor ve son olarak Kuzey Denizi’ne giriyor. Tropik akıntılar Atlantik bölgesine coğrafya kanunlarının vaat ettiğinden daha sıcak bir iklim sunuyor. Okyanustan Kuzeybatı Avrupa’ya taşınan ısıtma sistemi 250.000 atom santralinin enerjisine
eşit. Özelikle de kış ayları bu enerji ihracı olamadan ortalama 5-6 derece daha soğuk olurdu (Buzul çağı ortalaması ile günümüz sıcaklığının ortalaması arasındaki fark 5 derecedir.) Örneğin Norveç’te Alaska soğuğu olur, Almanya Sibirya iklimine döner, İngiltere’de ağaç olmayabilirdi.
• Su pompası İzlanda sularındaki dev bir çark tarafından tetiklenmekte. Dünyadaki tüm ırmakların 20 misli suya sahip bir yüzey akıntısı burada hızla soğuyarak ağırlaşır ve 3000 m. derinliğe çökerek güneye doğru akar. Bu şekilde oluşan “dümen suyu” tropikal bölgelerde oluşan sıcak suyu yukarı çeker.
• Fakat deniz suyu yeterli tuz içerdiği zaman dibe çökecek kadar ağırlaşarak çarkı tetikleyebilir. Deniz suyu çok daha hafif olan tatlı su ile beslendiğinde “su asansörü” çalışmaz. Yani okyanuslardaki büyük akıntılar felce uğrar. Bu da felaketler zincirini tetikler. İşte iklimbilimciler ve dolayısıyla da Pentagon’un bundan korktuğunu düşünüyoruz.
• Çünkü, küresel ısınma yüzünden tropikal bölgelerde daha fazla su buharlaşırsa, kuzeyde daha çok yağmur yağar ve deniz suyunun tuz oranı azalır.
• Kuzey Denizi’ndeki sıcaklık motorunun şimdiden arızalandığını düşünen bazı bilim adamları da mevcut. Mesela bundan 3 yıl önce Nature dergisinde, eski ölçümlerle karşılaştırıldığında Kuzey Atlantik’teki akıntının %20 oranında zayıfladığını açıklamıştı Danimarkalı araştırmacı Bogi Hensen.
• Bir yandan da küresel ısınma buzulları hızla eritmekte tuzlu okyanus sularına karışan tatlı buzullar devamlı tuz oranını düşürmeye devam etmektedir. Yani buzulların erimesi de Kuzey Atlantik Akıntısı’nı durdurucu yönde etki yapmaktadır.
• Peki Avrupa’nın küresel ısınma nedeniyle önümüzdeki 20 yıl içinde çok sert bir kış iklimine girmesi siyasi açıdan ne gibi sıkıntılar çıkaracaktır? Cevabı çok basittir. Küresel ısınmadan çok daha az etkilenecek olan Türkiye ve çevresinin bir cazibe merkezi olmaya başlamasıyla başta ABD, daha sonra da İngiltere olmak üzere bu coğrafyalarda “ağabeylik” yapmak isteyeceklerdir. Belki de %30’u kıyılarda yaşayan Avrupa nüfusunun daha içlere göç etme isteği yüzünden yaşanabilir alanlar yüzünden savaşlar çıkacaktır. Tabi ki bu gelişmeleri ABD ve İngiltere kendileri kontrol etmek istemektedirler. O nedenle de Marshall’ın hazırlattığı küresel ısınma raporuna (5) dikkat çekmiştik.
ABD ve İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri açısından, durumun ortada olduğunu düşünüyoruz. Bize göre, korkulan tehlikenin olası sonuçları sürekli araştırılmakta, dünya geneline şamil, kendilerinin yarınları açısından tedbirler almaya çalıştıkları büyük tehlikenin, küresel ısınma ve iklim değişikliği olduğunu düşünüyoruz.
Eğer Kuzey Avrupa 20 (belki de 50) yıl içinde buz iklimine girerse, gelişebilecek siyasi kaostan Orta Doğunun, özellikle Türkiye’nin çok daha az etkilenmesi için küresel ısınmanın savaş sebebi olduğunu fark etmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Çünkü dünya bu yönde işaretleri görülen bir iklim felaketi yaşarsa; Orta Doğu ülkeleri özellikle Türkiye gibi iç denizler arasında kalmış ülkeler, yaşanılabilecek nadir coğrafyalar olacaktır.
Ülke yöneticilerinin de kabile mücadelesine dönüşen bu süreçte, kendi hatalarını da fark ederek, telafi yollarına yönelmeli, Proaktif anlayış içerisinde nefsini yenerek, nesline hizmet yönünde, özveri çerisinde bu yönde de Orta Doğu’nun, Türk İslam coğrafyasının, özellikle Türkiye’nin yarınları açısından rasyonel tedbirler almalarının önemli olduğunu düşünüyoruz.
Olayları yaşarken, olası sebepleri bulmanın mümkün olduğunu düşünürken, aklımıza; Bunca gelişme sürecinde acaba; ABD Orta Doğu’ya sadece yer altı kaynaklarını kullanma değil de, yerleşeceği toprak mı arıyor? Sorusu takılıyor istemeden de olsa…
Metin AKGÜN - Maarif Müfettişi