Toplumu yığından ayıran fark, aralarında var olan ve sürdürülen iletişimdir. İletişim; İnsanların fikirlerini birbirleriyle paylaşması, problemlerini çözüm yönünde istişare etmesi, bu süreçte birbirlerini etkilemesi çerçevesinde tanımlanabilir. Toplumsal yaşamın sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi iletişim kalitesi, bu sürecin verimliliğidir.
İnsanın toplum içinde bulunduğu konum, diğer insanlarla paylaştığı duygu ve düşüncelerin her biri iletişimin mana derinliğidir.
İletişimin temel işlevi, iletişim kurulacak kişilere karşı belirli bir etki yaratmaktır. Başka bir deyişle insanların birbirleriyle iletişim kurarken asıl amaçları, karşı tarafta istenen etkiyi bırakabilmek, kişileri ve kitleleri istenilen doğrultuda yönlendirmektir.
Toplumsal yapının değişim ve dönüşümünün yönetilmesi, egemen güçlerin egemenliğinin devamı açısından hep arzulanmış ve kullanılmıştır. Bazen zorla, bazen isteklendirme suretiyle, bazen de hedef kitlenin fark etmesine fırsat tanımadan…
Kitlelere bir şeyi yaptırabilmek için üç etkili yol mevcuttur; para ile satın alma, zor kullanma ve inandırmak.
Bu üç yol içerisinde en etkilisi ve kalıcı olanı ise kitleleri belirlenen şeye inandırmaktır. İşte tam bu noktada “algı” işin içine girer.
Algı, bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varma, idrak olarak tanımlamaktadır. Her algının bir anlamı vardır. İnsan beyni, algıladığı ölçüde düşünür. Düşündüğü ölçüde uygular.
Algı yönetimi bir yönüyle olumlu, bir başka açıdan olumsuz bir kavram olarak düşünülmektedir.
Olumsuz düşünenlere göre algı yönetimi, hedef kitleyi belirli bir çıkar politikası etrafında kandırmak, yönlendirmek ve amaca göre hareket etmesini sağlamaktır.
Olumlu düşünenlere göre ise algı yönetimi, belirli bir ürünü veya hizmeti, kitlelere ulaştırabilmek, tanıtabilmek ve benimsetebilmek için kullanılabilecek en temel yoldur.
Algı yönetimi, küresel boyutta kullanılan bir süreçtir. Bu süreci devlet yönetimini elinde bulunduran gücün kullandığı gibi, küresel güç sahibi olanların uzun soluklu politikalarına hizmet edecek gönüllü bir yapıyı tesis etme yönünde. toplum mühendisliğinde kullanılmaktadır.
Bu süreçte yapılan hatalar, bazen sonuçları itibariyle küresel güçlerin çıkarında da hizmet edebilir…
Bu açıdan, eğitimde belki en önemli kazanımlardan biri de bireyi, hedefinde kaldığı/kalacağı her tür algı yönetimine karşı duyarlı olma, değerlendirme yapabilir yeterliğe ulaştırmadır.
Bu sürecin, en önemli başlangıcının, kavramlarla başladığını düşünüyoruz.
Kültür tarihimiz açısından, dün ekseninde temel kavramları irdelersek;
İstikbalin teminatı olan çocuklarımızı eğitme sürecinde; bugün, onları hangi kavramla niteliyoruz?
Öğrenci!
Evet, öğrenci dediğimiz zaman, o, öğrenendir. O susan, konuşmayan, itiraz etmeden, sorgulamadan, sabırla beklemesi gerekendir… O, karar vericilerin belirlediği bilgi ve beceri
ekseninde, davranış veya kazanımları öğrenmesi/kazanması gerekenlerin öğretileceği bireydir....
Bu sürecin odağında, öğrenen bekler, pasiftir, edilgendir. İrade kullanması söz konusu değildir. Öğrenen, öğrenecek yaşta veya sıfatta olandır. Öğreten kişi ona karar verir ve karar verilenleri, kendisine aktarılanları belleğinde tutması gereken kişidir…
Karşı tarafta da öğreten kişi vardır ve o da karşısındakinin ne öğrenmesi gerektiği konusunda katı olup, karşısındaki bireyin beklentisi veya isteğini göz önüne almaz, bu ihtimale karşı dahi, son derece katı olandır. O, öğretendir. O’na öğretmen denir.
Öğretmen, sadece öğretmesi gereken bilgi/beceri/kazanımla ilgili karar verilmişleri/karar verdiğini kazandırma yönünde mutlak değişmezliğin, hedef kitlenin beklentisi yerine statükocu olup, hazırbulunuşluk düzeyine dahi sabırsız olup, kaale almaması gereken rolü oynayan konumundadır…
Oysa; medeniyet tarihimizde, daha farklı kavramlarımız vardı…
Öğrenen kişi kültür tarihimizde pasif, edilgen değildi, aksine talep eden idi. İlmi, irfanı talep eden, isteyendi.
Talep ettiği, istediği ve bu yolda kazandığı bilgi ve becerinin devamında yeni bilgi ve becerilerin, “niçin”nini, “nasıl”ını merak edip de, soran sorgulayan, talebi karşısında da talebine cevap bulandı. O, “TALEBE” idi.
Sahi, telep eden mana derinliğindeki “TALEBE” kavramını neden değiştirdik sahi?
Talep edenin talebini karşılama konusunda katı olmadan, hazırbulunuşluk durumuna uygun, ihtiyacının karşılanması yönünde onunla birlikte öğrenen, araştıran, onunla ilimi araştırma sürecini yaşarken, onun ALİM olması sürecine dönük ona kılavuzluk yapan kişi konumunda olan “MUAALLİM” kavramını neden değiştirdik?
Bu kavramların mana derinliğini, uygulama ile örtüştürsek, kavramların mana derinliğinde kültürel açıdan bütünlüğü yakalasak…
Sahi, düşünmeye değmez mi?
Metin AKGÜN
Maarif Müfettişi
Eğitimde Kaliteyi Geliştirme Derneği Başkanı