Günlük yaşantımızda koşuşturma telaşı içinde, yaşadığımız hayatı anlamlı kılıp kılmadığımıza bakmadan, sabahın erken vaktinde kalkıp, gecenin geç vaktinde yatma, sosyal medyayı da hayatın kendisi sanma mantığında yaşar olduk…
Yaratılışımızın sırrı hikmetinde, varlık gayemizi gözden kaçırarak, hayatımızın amacını ötelememizin yanı sıra mutlu olmaktan da çok uzaklarda, yaşadığımız çağın bize dayattığı maddi hedeflerin belirlemiş olduğu makineleşen bir donukluk ve kurulukta salt çalışmaktayız.
Acaba zaman zaman da olsa, hayatımızı, yaşadıklarımızı, hedeflerimizi, hesaba çekilmeden, nefisleri hesaba çekmek mantığında gözden geçiriyor muyuz?
Kendimize hedef diye koyduğumuz şeyleri hiç sorguluyor muyuz ve bu hedeflerimize ulaşınca..... Mesela; birkaç yıldır hayalini kurduğumuz arabayı alınca, neler hissediyoruz? Bu hedefe ulaşmak, bizi kaç gün mutlu ediyor? Bu mutluluk bize kaç gün yetiyor? Devamında mutlu olmak için bir şeyler arıyor muyuz?
Sorularımızdan maksat, anlatmaya çalıştığım tek şey, tüm bu hedeflerimizin peşinde koşarken aslında hayatı ıskaladığımız gerçeği…
Hayat bir şekilde avuçlarımızdan kayıp gidiyor. Böyle anlamsızca, hiç kendimizi sorgulamadan yaşanan bir hayatın ikinci bölümünde; farkında olmadan, geçen yılların tesirinde yaş ilerleyince, emeklilik zamanı gelince ve ya emekli olunca, bu hızlı ve amaçsız yaşamanın sonunda bu kaçınılmaz son istesek de istemesek de bizi beklerken, ciddi bir orta yaş krizi ve yanında da ağır bir depresyon yakaladığında…
Emekli olup, iş hayatından uzaklaşınca ve kendimizle ve yaşadığımız yıllarla baş başa kaldığımızda, cevaplamamız gereken birçok soru ortaya çıkıyor.
Hayal edelim;
60 yaş bandında emekli olduk.
Ekonomik açıdan hiçbir sıkıntımız yok.
Hayatımız ve geleceğimiz maddi anlamda güvence altında…
Fakat, bu güvencenin yanında, bizden yıllar önce uzaklaşmış ve artık kim olduğunu ve bize karşı ne hissettiğini bile bilmediğimiz/emin olamadığımız bir eşimiz, hiçbir zaman duygusal anlamda doyurucu bir ilişki içinde olamadığımız ve artık evden ayrılmış olan çocuklarımız...
Karşı karşıya kalma ihtimali hiç de az olmayan bu sorular ürküttü mü?
Böyle bir tablo içinde bizi bekleyen şey, kendi kendimize soracağımız ve cevaplayamayacağımız ağır sorular...
Allah’ım, “ben ne yaptım ?”
Nasıl bir hayat yaşadım?
Yaşadığım onca yıl, koşuşturma içinde geçen (dile kolay) 60 yıl!
Sahi mutlu muydum?
Bu tipik orta yaş krizinde sizi bekleyen şey duygusal anlamda yalnızlık ve pişmanlıktır. Hissedilen pişmanlık duygusu ise yaşanmayan, hep ertelenen hayatın ve anların hissettirdikleridir.
Pişmanlıklar daha çok yaşanmamışlıklarda yaşanır.
İnsanlar, yaşadığım ya da yaptığım hiçbir şeyden pişman değilim, iyi ki yaşadım bunları derler.....
Ama ya yaşamadıklarımız ya da ertelediklerimiz?
Bizi kederlendiren, yaşamadığımız, görmezden geldiğimiz mesuliyetlerimizin ağır baskısıdır…
İnsanoğlunun huzursuzluğun kaynağı ise yaradılış gayesinden kopuşlarının yarattığı kaygılardır …
Dünya, bizim onu algıladığımız, ona yüklediğimiz biçimiyle anlam kazanır. Yaratılanlar içinde akli melekelerle donatılan ve “aklediniz” emrine matuf olan, bu yönüyle de hayatına birtakım anlamlar yükleyen ve değerler atfeden sadece biz insanlarız.
Biz ne kadar mutlu isek dünyada bizim için o derecede anlamlı hale geliyor. Yaşadığımız günden ve aldığımız nefesten büyük bir keyif alıyoruz. Değil mi?
Hiç sabahları odamızın camını açıp, sabahın o serin, hücrelerimize dek bizi uyaran/uyandıran havasını içimize çekiyor muyuz?
Geçtiğimiz ya da yürüdüğümüz yollarda, etrafımızdaki güzellikleri ne kadar fark ediyoruz?
Garip ama yaşadığımızın farkında mıyız?
En önemlisi, kendimize dürüst cevap vermemiz istense; gerçekten “mutlu muyuz?”
Bu hayatının sonlu olduğunu bilen varlıklar olarak, hayatın koşuşturmasında, oyunda, oynaşta, gereksiz oyalanmalarla, önemsiz kaygılarla bunalmış hayatlarımızı zenginleştirmek ve daha anlamlı kılmanın tamamen bizim elimizde olduğunun farkında mıyız?
Unutmayalım ki, amaçsız, çalkantılı ve kötü bir yaşam, kötü bir son getirir.
Hayatımızın yönünü mutluluğa doğru çevirebilmek için; duygusal durumumuzun farkında olmak, ne yaşadığımızı biliyor olmak bile önemli bir başlangıç, değişim için büyük bir adımdır.
“Hayat monoton ve ben mutsuzum” durumundan çıkıp, mutsuzluğun gerçek ve objektif sebeplerini bilmek, hayat üzerindeki egemenlik hissini artıracaktır.
Hayata karşı çözümsüz kalınan durum ve olaylarda, problemin gerçekte ne olduğunu bilmek, doğru tanıyı koymak, çözüme doğru atılan en doğru adımdır.
Bizler kültürel olarak önümüze çıkan sorunları, sorun odaklı yaşamayı seven insanlarız. Sorunu tespit edip, çözüp yolları bulmaktansa, orda takılıp kalmaya ve sorunu gözümüzde daha da büyütüp içinde boğulmaya meyilli olmak ya da acılardan beslenmek en temel problemimiz aslında...
İrademiz dışında geldiğimiz ve bir gün gideceğimizi bildiğimiz şu hayat döngümüzde, yaşadığımızın farkında olmak, her anını bilerek, yaratılış gayemizin farkında ve bu gayeye dönük bilinçli ve isteyerek yaşamak, yaşadığımız anlardan keyif almak, hayatı anlamlı ve keyifli hale getirmek sadece bizim seçimimizden ibaret.
Bunun için, aldığımız ve verdiğimiz her bir nefes, içtiğimiz bir yudum su için hamd ve şükretmekle işe başlayabiliriz.
Bu yaşamın bize yüce yaratan tarafından verilen değerli bir armağan olduğunu unutmadan, bize emanet edilen varlığımızı, korurken, hayatımızı hissederek, yaratılış gayemize uygun yaşayalım…
O halde geçmişimizle ve kendimizle barışarak işe başlayalım… Çünkü kendisiyle barışık olmayan bir kimsenin çevresiyle ve hayatıyla barışık olması çok ama çok zordur.
Mutluluğu içimizde hissetmediğimiz sürece, onun yüzümüze ve hayatımıza yansıması mümkün olmayacaktır...
Yaşam ısmarlanmaz… Sadece “YAŞANIR.”
Metin AKGÜN
Maarif Müfettişi
Eğitimde Kaliteyi Geliştirme Derneği Başkanı