Devlet örgütlenmiş devasa siyasal bir yapı. Yöneten, düzenleyen, yaptırım koyan, koyduklarını kaldıran, hatta savaşlar çıkarabilen tüzel bir varlık. Yani hukuki, hukuka tabi bir yapı. En azından 300 yıldır böyle. Devletin ele geçirilmesi tabiri kullanıldığında, Louis Bonaparte’ın cumhuriyeti imparatorluğa, Hitler’in Weimar cumhuriyetini parlamento çoğunluğuna dayanarak faşizme dönüştürmesi akla gelir. Bonaparte’ın arkasında 6 milyon Fransız köylüsünün desteği vardı. Hitler'in arkasında da savaştan yenik çıkmış lümpen “proletarya” ve Almanya’nın orta sınıfları. Yani çoğunluk. Çoğunluğun gücünü elde tutanlar, yönlendirip yönetenler, arkalarına aldıkları bu güçle; konjöktürel şartla arafta bir durumdur. Eskiyi tamamen yıkıp yenisini kuracağı meçhuldür. Kurabilirse ve devamlılığını sürdürebilirse yeni kurucu irade olur. Kuramazsa ne olur? Sanırım “ya yeni bir yol bulunur ya da yeni bir yol yapılır” demekten başka söz yok.
Bizde devleti ele geçirme düşüncesinin kökleri çok eskilere dayanır. Sol kültür içinde bir akım ve küçük bir gurup olarak “sol cuntacılığın” yeri yakın tarihin içinde hafızalardadır. Şüphesiz ki bu akımın temelinde Kemalizmin kurucu volontarizminden derin bir etkilenme vardır. Marksist kökenli solun geleneksel olarak cunta karşıtı olmakla birlikte, sol cuntacılarla 70’lerde esnek bir kardeşliğinin olmadığı da söylenemez. Faşist cunta bir gecede onları tasfiye etti. Bu düşüncenin sönümlenmesi, eleştirilere ve reddiyeye evrilmesi 1980’leri buldu. Genel olarak sağ cenah; darbeler sağ hükümetler iktidarına yapıldığından soldan gelen cunta eleştirilerine çok memnuniyet gösterdi. Onlara göre sol “milli” değildi, “milletine yabancıydı” bu nitelemeden tarihi hakikat çıkardılar. Huzura erdiler.
Volontarizm felsefesinden etkilenen sadece solcular değildir. Genel olarak sağ siyasal yapılardaki etkilenme; özel olarak Türk ırkçı milliyetçilerinde ve siyasal İslamcı yapılarda iktidarın dönüştürücü gücünü kullanarak toplumu hamur gibi yoğurmak, milliyetçi ve Müslüman nesiller yetiştirmek hülyası biçiminde olmuştur.
Cumhuriyet yeni bir ulus, yeni bir halk demektir. 1789'da Fransa’da ayaklanan La Marseillaise marşının o müthiş nakaratlarının coşkun uğultularıyla meydanlara dökülerek ve savaşarak monark rejimi yıkan halk başka bir halktır. 1917'de Moskova meydanlarında çarlığı yıkan halk da öyle. Mustafa Kemal önderliğinde birleşerek, yediden yetmişe büyük bir coşkuyla savaşarak kurtuluş mücadelesinden zaferle çıkan; yaşasın cumhuriyet, yaşasın istiklal, yaşasın hürriyet uğultularıyla Yeni Türkiye’nin sokaklarını, meydanlarını dolduran halk da öyle. Devrimle saltanat ve hilafet lağvedildi. Bağımsız, laik cumhuriyet kuruldu. Osmanlı'nın tebası reaya ümmet; cumhuriyetin halkı, yurttaşı oldu. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti adlı ulus devletin uluslaşma süreci başladı.
İdeolojisiz bir kurucu irade olamaz. Kurucu iradenin cumhuriyeti yeni bir dünya, yeni bir toplum ve yeni bir insan yarama ülküsüdür. Bu ülkü: “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikatı medeniyedir”. “En hakiki mürşit ilimdir fendir” ülküsüdür. Pekiyi yarattı mı? Evet. Tamamlandı mı? Hayır. Bu bir süreçtir. Yüzde 95’i okuma yazama bilmeyen, bacaları tüten fabrikası olmayan, bir evlek toprağa sahip ve muhtaç mazlum ahalinin halk olmak gibi bir kaygısı yoktu. Halk kendisine rağmen halk ve yurttaş yapıldı.
Modern siyaset anlayışı, büyük devrimlerin iki tür şiddet barındırdığı için eleştirilmeye muhtaç olduğunu ileri sürer. İktidarı ele geçirirken ortaya çıkan şiddet. Daha sonra da toplumu yeniden yaratmaya yeltenildiğinde yarattığı şiddet. Bu konu üzerine verilecek cevap tarihsel haksızlıklar karşısında alınacak tutum nasıl olmalıdır sorusunda aranmalı. Cumhuriyetin de tarihi içinde hatalı politikaları olmuştur. Zamanın tarihinin konjöktürel şartlarında değerlendirilmelidir.
Cumhuriyet saltanattan aldığı sorunları 30 yılda çözmek için gösterdiği gayret yetmedi. Korktu. Emperyalist sisteme eklemlendi. Bağımsızlığını kaybetti. Kalkınması yavaşladı. Halkının karnını yeterince doyuramadı, eğitimini sağlayamadı. Bu topraklarda yaşayan herkesi, dinine, diline, ırkına bakmaksızın yurttaş haline getiremedi. Emperyalizm ve işbirlikçilerinin güdümündeki yönetimlerin desteğiyle dinci siyasal akımlar güçlendi. Önce iktidara alternatif oldu sonra da iktidar. Arkalarında gönüllü kul olmaya rıza gösteren büyük kalabalıklar, yani çoğunluk var. Dahası geçen on iki yılda küresel liberalizmin iç entelijansiyası vardı. Düzene örtülü veya açık eklemlenmiş çene suyu çorba satıcısı solcular vardı.
Gömleği çıkardık, muhafazakâr demokratız, medeniyetler ittifakı, Avrupa Birliği'ne giriyoruz, ileri demokrasi, askeri vesayeti bitiriyoruzla başlayıp kazanın altını yaktılar. 2010 referandumuyla hedeflerine varmaya ramak dalmıştı ki, kurbağa pişmek üzereydi ki, kurdukları kleptokratik sistem 17/25'te çatladı. Haziran 2015 seçimlerinde tek başına hükümet etme hakkını kaybettiler. Sandıklı demokrasinin iradesine; olmadı kaybettik, cayıyoruz, bunu kabul etmiyoruz dediler. Liberaller Bonapartizmden bahseder oldu. Çoğunluk arkalarındaydı, yeniden seçim dediler, tekrar kazandılar. Ardından devlet bürokrasisinde örgütlenmiş eski ortaklarının 15 Temmuz darbesiyle karpuz tam yerinde patladı. Karpuzun çürümüş kara çekirdeklerini temizlerken kurdukları rulet masasında kazanan hepsini alırın ince hesapları içten içe yapılırken imdatlarına Türk milliyetçilerinin devletlusu yetişti. Bu sefer de İslamcı-şoven Türkçü ortaklığıyla kalabalık çoğunluğu arkalarına alarak sandıkla rejimi değiştirmek için son formatı atmaya karar verdiler.
15 yılda cumhuriyet rejiminin siyasi ve fiziki tüm omurgası tarumar edildi.
- Laikçilik, laikçi, özgürlükçü laiklik, inançlara saygılı laiklik, sekülarizm, kahrolsun Jakoben laiklik, laiklik bitti; -kebapçıda yoğurt bitti, ayran verelim o da bitmiş gagoz verelim diyen garson gibi- sekülarizm verelim diyen liberallerin dedikleri oldu. 80 yıl kör topal varlığını sürdüren LAİKLİK yıkıldı.
- TSK, kurucu organ olarak cumhuriyet tarihi boyunca devlet siyasetinin temel belirleyicilerinden biri ve önemli siyasal kararların alınmasında başlıca “kontrol ve denge” unsuru olmuştur. Bu omurgaya yönelik ilk etkili darbe, Ergenekon/Balyoz davaları oldu. Bu davalar, “vesayet rejiminin tasfiyesi” “demokratikleşme” gerekçesiyle iç ve dış kamuoyu nezdinde meşru görüldü. Ordunun yapısı, kadroları ve siyasetteki ağırlığında önemli hasarlar oluşturacak darbeler vuruldu. 15 Temmuz darbe girişimiyle Gülencilerin tasviyesi sonrası cumhuriyetin bu temel omurgasının Kemalizm yerine İslamcılık dozunun ağırlıklı olduğu Türk-İslam sentezi ideolojisi temelli yeniden yapılandırılmasının sonuçlarıyla ileride görülecektir.
- Yukarıdaki ifadede anlam bulan tüm esaslar emniyet ve güvenlik kurumları içinde de yaşanmıştır. Aynılık taşır.
- 2010 anayasa değişiklikleriyle yargı alanında yargı ve anayasa yargısında yönetimin geleneksel “vesayetçi” güçlerden alınmasına dayanıyordu. Aslında Gülencilerle beraber yol almışlardı. Ele geçirdiklerini zannettiler. Darbe girişiminden sonra hüsrana uğradılar, bilmiyorduk gördük tasfiye ediyoruz diyorlar. Referandum sonrası yenisini kuracaklar.
- Eğitimde az da olsa var olan laikliğin temeli yıkıldı. Sistemin dindarlaştırılmasında son derece dönüştürücü yol aldılar. Üniversite sistemi ayrı bir sorun. Üniversitelerden barış imzacılarıyla beraber her tür muhalif düşüncede olanlar da atılmaya başlandı.
- Medya- iletişim haberleşme kanalları ve organları ram altına alındı. “Bazıları, bazı şeylerin bazı yerlerde yayınlanmasını istemez. İşte o şeylere haber diyoruz”. Ve Gazetecilik, habercilik yapıyoruz diyenlerin mekânı mahpushaneler oldu.
- Memur sendikacılığı devlet sendikacılığına ve devletin ideolojik organlarına dönüştürüldü.
- Ekonomi hayatının sivil anayasal kurumları ticaret odaları, odalar ve borsalar birliği gibi birçok meslek örgütlenmeleri devleti yöneten partinin etki alanına sokuldu.
- 14 yılda ekonomik hayatta devlet ihalelerinden beslemeli yeni İslamcı burjuvazi ve yeni orta sınıflar yaratıldı. Cumhuriyetin büyüttüğü küresel sermaye ile birleşmiş sınai ve mali sermayedarı kreman dö krema büyük burjuvazi korkutulup sindirildi.
- Kürt sorunu, çözüm politikaları, etnik Kürt milliyetçiliği, PKK terörü ve devletin uyguladığı havuç ve sopa politikaları ayrı bir sorundur. Terör üretmeye devam ediyor.
- Siyasal İslamcı-mezhepçi, yeni Osmanlıcı yayılmacı dış politika, Suriye’ye müdahale ve askeri operasyonları ayrı bir olay. Sonuçları uzun dönemde bir fecaate dönüşmesi kuvvetle muhtemeldir.
Türkiye’yi de içine alan Ortadoğu coğrafyası, emperyalistler tarafından yenden paylaşılacak alanın ön bölgesidir. Yeniden kurulacak küresel kapitalist- emperyalist çok kutuplu dünyanın alacağı seyirler ülkede strateji ve siyaset üreten, müesses nizamın görünen görünmeyen temsilcilerince “devletin güvenliği” kavramını öne çıkarmaktadır.
Sonuç olarak: Türkiye Cumhuriyeti (Ecevit hükümeti ve AKP hükümetleri dahil) Avrupa Birliği’ne üyelik perspektifi kapsamında demokratikleşme çabası göstermekle birlikte otoriter yanı ağır basan bir rejimdi. Gezi sürecinden özellikle de Haziran 2015 seçimleri ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yaşananlarla otoriter rejim, siyasal İslamcı-Türkçü bir ideolojinin totaliterliğine eviriliyor. Sürdürebilirliği var mı? Durum arafta. Olağanüstü hal ve KHK’ler şimdilik sonuç üretiyor, fakat sonrası öngörülemiyor. Bir de Suriye ve uluslararası belirsizlik.
Çareyi baş kurt devletlu ile bir günde buldular. Naomi Klein’ın şok doktrini tezine benzer uygulamalarla düzlüğe çıkmak. Anayasa değişikliği ve referandumuyla başla dediler.Anayasalar ileriye değil geriye dönük yazılırlar. Değişmiş olan rejimi ilan ederler. Araftalar, ya da bir ihtimal daha var; o da, olmak veya olamamak hali.
Başarırlarsa: Niccolo Machiavelli devlet eliyle toplumu yeniden şekillendirebileceğine dair kanaatini kayda geçirdiği “her şeye gücü yeten devlet” “Prens” adlı denemesinde teorileştirdiği; kitleleri hamur gibi yoğurarak, halkı görkemli Roma ayarlarına göre yeniden yaratacak, ihya edecek, yeniden birlik olmayı öğrenen halk, yeni Roma cumhuriyetinin adil, adaletli düzeninde yönetilme erdemine kavuşacak; savından aşırma uygulamalarla “İslam milletinin”, "Halil İbrahim milletinin” kutsal devleti kurulacak; ya da bu devlet Thomas Hobbes’un canavar (Leviathan ) devleti gibi; kıracak, dökecek, öldürecek; ama ideal halkı ve devleti (yeniden) inşa edecek. Sonra ne olacak? Sonra toplumsal sözleşmeyle tüm hakların ve toplumsal sosyal hayatın yönetimini (hukuk dahil) egemene devredilmesiyle tıkır tıkır işleyen adil düzen kurulmuş olacak.
Ben yukarıda anlattıklarım üzerinde düşünmeyi şimdilik bıraktım. Yeni rejimin Hitler'in Nazizmi'nin baş ideologlarından biri olan Hobbes’un sosyal sözleşmesi üzerine çalışmış Carl Schmitt’i kim olacak. Merakım bu. Yine de sorayım.
Referandumdan EVET çıkarsa başaracaklar mı? Benim cevabım büyük bir HAYIR. Neden? O da başka yazıya...
#HAYIR'lı günler...