“Kim bilir kimin Nesi” öyküsünde İnci Gürbüzatik, psikolojik açıdan kaleidoskopik bir tarama yapıyor ve feminist politikalara yol gösterecek bir çözümleme sunuyor. Kaleidoskop, Türkçe adıyla “çiçek dürbünü”, dürbüne benzer bir boru içinde 60 derecelik bir eğimle birbirilerine bitişik olarak yerleştirilmiş üç ayna arasına konulan renkli cam parçalarının içine yerleştirilen tüyler, pullar, ince boncukların, borunun bir ucundan bakıldığında binlerce biçime bürünen renkli şekiller göstermesi nedeniyle göz alıcı görüntüler sunan bir oyuncaktır. Yunanca’da adını kalos (güzel), eidos (biçim) ve scopos (izlemek) sözcüklerinin birleşmesinden alan bu oyuncak, 1816 yılında ışığın polarizasyonundan esinlenerek Sir David Brewster tarafından icat edilmiştir.
Kaleidoskop, hiç tekrarlanmayan benzersiz görüntüler sunduğu ve dramatik görsel etkiler yarattığı için hem görsel sanatların hem de edebiyatın kullandığı bir malzeme olmuştur. Sinemada, resimde, objelerin kırık, çatlak görüntülerini çoğaltarak sanatseverlere görsel bir uyarıcı sunarken: edebiyatta, yazılı dilde, sözcüklerin anlamlarını kırarak polorize etmekte ve ilginç simgelere dönüştürmektedir. Kaleidoskopik bir simge, bir objenin çatlak ya da kırıklar halinde, çok sayıda farklı, ancak bir bütünün parçaları olarak birbirlerine içten bağlı görüntülerinin oluşturduğu bir resmi gösterir. Edebiyat, kaleidoskopik simgeleri kullanmayı sever ve çok şey anlatmaya çalışır. Örneğin, kitabının başlığı olarak The American Kaleidoscope simgesini kullanan yazar, Lawrance H. Fuchs aslında Amerika’daki ırk, etnisite ve sivil kültürün birbirine bağlı çeşitli görüntülerini ve sorunlarını ulusal bir bütünün parçaları olarak irdelemektedir.
İnci Gürbüzatik’in “Kim Bilir Kimin Nesi” öyküsünü okuduğumda virgül güncel ve bitmeyecekmiş gibi görünen bir sorunumuz olan “kadına karşı şiddet” ile, bu sorunu çözülemez hale getiren “İstanbul Sözleşmesi’nin feshi” olayı konusunda belgesel bir örnek olduğunu düşündüm. Bu öyküyü önemsememin bir başka nedeni de yazarın öykünün konusu olan “kuma” olgusunu kaleidoskopik bir biçimde, öykü kişilerinin psikolojilerini ayrı ayrı parçalar halinde verirken, bu trajik olgunun aile üzerinde yarattığı dehşet ve travmayı bütüncül bir biçimde ele almış olduğunu görmemdir.
Öykü, “kuma” gerçeğine ve erkek egemen (patriarkal) kültüre karşı onu dramatize ederken sergilenen bir prostestodur. Bu haliyle İstanbul Sözleşmesi’nin feshine ve bu ilkel geleneğin sürüyor ve sürdürülecek olmasına karşı kadın haklarını savunan bir haykırıştır.
Öykü, “Kescesin, aha böyle kescesin!” sözüyle başlamakta ve karısına kuma getiren erkeğin kastrastyon cezasını hak ettiğini anımsatan, dolayısıyla erkek egemen kültüre yöneltilen sözel bir saldırıyla başlamaktadır. Öyküde seçilen şivenin Ege’de Bodrum çevresinde kullanılan şive olması okuyucuya, bu ülkenin hiçbir yerinde kadının güvende olamayacağını anımsatmaktadır. “Şeyini aha böyle kescesin! Görcek gününü!” (44) Kadına karşı şiddetin cinsiyetçi bir soykırımdan başka bir şey olmadığı saptamasını yapmaktadır yazar ve kanlı şiddet olaylarına, cinayetlere dur demenin, aynı karşılığı bulmazsa durmayacağını düşündürmektedir okuyucuya.
Ataerkil toplum “askerlik, endüstri, teknoloji, üniversite, bilim, politika, ekonomi, kısacası etken polis kuvvetleri de etkin olmak üzere toplumdaki bütün güçlerin erkeklerin elinde olduğu… “ bir toplumdur. Gürbüzatik öyküsünde erkeğin kurumsal güçleri bir yana, yalnızca kaba kas gücüyle kumalık kurumunu sürdürebildiğini sergilemektedir bize. Kumalığın bir adım ötesi ise elbette politikaya uzanmakta toplum değişmemeye mahkum edilmektedir. Erkek egemen kültür, son çözümlemede kendi çıkarlarına hizmet eden dini, ahlakı, felsefeyi, toplumsal ölçü ve değerleri, dolayısıyla beton gibi kolayca yıkılamayacak bir geleneği yaratmaktadır. Ataerkil toplumda erkekler kadınları denetlemekte, baskılamakta, karşı çıkan bireyler kadın erkek kim olursa, bu düzeni sürdürmek için gözlerini kırpmadan devlet güçlerini, ya da kendi adaletlerini gerçekleştirmek üzere koşullanmış erkek bireylerini harekete geçirmekte, kadın erkek herkesi cezalandırmaktadırlar. Bu ezme ve ezilme ilişkisinde eğitim bile erkekler için uygun örüntüler yaratabilmekte, erkek egemenliğini doğuştan gelen bir hak olarak sunabilmektedir: okul kitapları, eğitici materyaller, ideolojik bir biçimde egemen grubun ihtiyaç ve değer ölçülerine göre üretilmekte, mitler, yargılar, önyargılar tek bir grubun ideallerini yansıtmaktadır.
Adalet anlayışı çağdaş hukuk öncesi “doğa durumu”na gerilemekte, güçlünün güçsüzü biat etmeye zorladığı cezaları kurumsallaştırmaktadır. Bu cezalar, kadını dövmekten, işkence etmeye, her çeşit şiddet kullanmaya, öldürmeye kadar geniş bir yelpaze içinde çeşitlenmekte kadın özgürlüğünün felsefi anlamda en temel dayanakları olacak eğitim, kendini ayakta tutabilecek iş ve kazanç sağlama, toplumsal bir network içinde iletişim kurabileceği fırsatları kadına tanımayı göz ardı etmektedir. Bağımsızlığın en temel koşulları olan bu haklardan mahrum edilmesi sonucu kadın; gerek psikolojik, gerek biyolojik, gerekse toplumsal alanlarda esareti kabul etmekten başka çıkar yol bulamamaktadır. Özellikle entelektüel enerjiler ve mekanizmalar üretememiş toplumlarda, kadınlar haklarının gasp edilmesine ses çıkaramamakta, kendilerine esaret dışında hiçbir şey sunmayan evlilik hapishanesinde “üzerine kuma gelmesi ya da kuma olarak götürülme” gibi prangalara sessizce katlanmak durumunda kalmaktadırlar. Daha da kötüsü gönüllü kuma olmayı bile benimsemektedirler.
İnci Gürbüzatik yazar sezgileriyle “üzerine kuma getirilmiş” bir kadının uğradığı şoku ve geçirdiği travmayı içselleştirerek yazmaktadır: evin gerçek kadını İkram, kuma ile ilk karşılaşmasında şu psikolojik evreleri geçirmektedir:
*Üç gün önce bir iş için çıkıp giden kocasının dönüşüne önce sevinmekte, fakat yanındaki kızı görünce meraklanmaktadır.
*Kıza “sen de kimsin?” der gibi bakarken kızın kocası ile “tatlı tatlı bakıştıklarını” görerek ilkilmektedir.
*”Kim bu?” diye sorma cesaretini gösterdiğinde ise kocası bütün küstahlığıyla kadını belinden tutup içeri yönlendirerek İkram’ın olayı anlamasını sağlamaktadır. Adam nazik, soğuk iki kadına da emirler vererek nasıl birlikte yaşayacaklarını dikte etmeye başlamıştır bile. “Kimseler bilmeyecek idare edeceksiniz. Akraba işte, ablanın elini öp. Sende uzat elini, elin garibi işte, ablası yaşındasın vs.”
*Egeli bir kadın olmanın farkıyla İkram bu emirler karşısında susmamakta, kocasının yüzüne tükürmekte, “azgın, kudurmuş, çocuklarından utan!” diye bağırarak olayı anında sokağa taşırmakta, bir anda herkese yaymaktadır. Bütün pencereler merakla açılmakta ama İkram bir odunla dövülürken kimse müdahale etmemektedir. Okuldan dönen iki oğlundan büyüğü annesini kurtarmaya yeltenince o da dayaktan nasibini almaktadır.
*İkram gece hiçbir komşusunun kapısını çalmadan Bodrum’a dek yürümekte, oradan da otobüse binerek Çine’de kocasının ailesinin evine sığınmakta ve oğullarını onlara şikayet ederek kayınvalidesi ve kayınpederini kendi yanına çekmeyi ummaktadır.
*İkram orada umduğunun tam tersini bulur ve dayanamayıp koca evine geri gelir. Ancak bahçede yatmakta, iki oğlu babalarından korktukları halde annelerini desteklemeye çalışmaktadır. Ağabey babayı öldürmeyi planlamakta, küçük oğlan ise daha stratejik davranarak gelen kumayı hırpalayıp kaçıracak planlar peşinde koşmakta, fakat kumanın yüzüne karşı ona iyi davranmaktadır. Sonunda küçük oğlanın planları semeresini verir; baba tarafından eve kapatılan, Bodrum’u görmesi bile yasaklanan kuma canından bezer ve rakibi anneyle bile ittifak yapmayı deneyerek evden kaçar gider. Ancak aile eski haline dönemez çünkü babanın aynı şeyi yeniden deneyeceğinden korkulmaktadır artık.
Çare kuma getiren erkeği elemek midir?
“O telefon, o herifin elindeyken bulur yine birini” (52)
“Keseceksin kıtır kıtır. Böyle. Başka çare yok. Kesme dur gari, dur. Kız gitti. İkram’ı düşün” (52)
Yazar öyküsünü kadının cinselliğe olan gereksinmesini de vurgulayarak bu cümleyle bitirir. Amaç bir şefkatten çok, kadının biyolojik olarak kendini var etmesi, etrafını saran korkulara karşın kendini gerçekleştirme şansını elinde bulundurmasıdır. Kadının da erkek gibi, erkek kadar cinselliğe gereksinmesi olduğunu vurgulayan bu son cümle ataerkil kültürün mit ve din yoluyla kadını baskı altında tutup erkeği ayrıcalıklı bir konuma çıkarmasına itirazdır.
Eril Tahakküm başlıklı kitabında Pierre Bourdieu “Tahakkümün Bedenleşmesi” (36-59) bölümünde bizzat toplumun kadın ve erkek bedenini farklı bir biçimde yeniden inşa ettiğini anlatmaktadır:
“… kadınsı itaatin doğal bir tercümesi ise eğilmede, kamburlaşmada ufalmada ve boyun eğmede (“üste çıkma”ya karşıt olarak) bulunur; bükük, uysal duruş ve bunların tekabül ettiği yumuşak başlılığın da kadına yakıştığı düşünülür. Temel eğitim, bir bütün olarak bedeni, bedenin şu ya da bu kısmını eril olan sağ eli veya dişil olan sol eli nasıl tutmak gerektiği, yürüme biçimini, başı taşımayı veya bakışları yönlendirmeyi (doğrudan yüze, gözlerin ta içine veya tam tersine ayaklara vb.) telkin eder; bunların tümünün bir ahlaki, siyasi ve kozmolojik yükü bulunur.” (42)
İkram kumayla ilk karşılaşmasında erkek egemen kültürün empoze ettiği beden dilini kullanmayı reddettiği için dayak yemiştir. Şikayete gittiği yer ise kocasının anne babasıdır. Ancak onu kovmaktan beter etmektedirler; çünkü, “sembolik olarak feragata ve suskunluğa mahkum edilmiş kadınların bir parça iktidar uygulayabilmelerinin tek yolu güçlünün gücünü ona karşı döndürmek veya kendilerini silmeyi kabul etmektir…” (47) Bu tahakküm ilişkisinde kadın, “büyüden kurnazlığa, yalandan pasifliğe (özellikle cinsel eğilimde)…” (47) Kültürün hoş karşılamadığı eylemlere itilmekte, bunun sonucu olarak da hep melanetle suçlanmaktadır.
İnci Gürbüzatik, kadına bu eril tahakküm ortamında gücünü ve ittifak yapacağı güçleri de hatırlatmakta ve aşağılayıcı bir durumdan nasıl kurtulacağını göstermektedir: kadının gücü anne olmasıdır ve kendisiyle ittifak yapacak olanlar da çocukları. Bu nedenle ataerkil kültürde annelik çok önemli psikolojik ve toplumsal roldür. Hatta ailenin krizle karşılaştığı dönemlerde anne olmak eş olmaktan daha öncelikli bir roldür. Yani annelik saygın müttefikler yaratan bir değerdir. Kadının ikinci sınıf bir yaratık olduğunu mitsel-ritüel bir sistem kurmuş olarak eğitime geçiren erkek egemen kültür, kadının dışlanması ilkesini de yaşama geçirmiştir. Dolayısıyla kuma geleneğinde bile “cinsel hiyerarşi”nin sıradan göstergelerini dikkatle gözeten koca, kumaya İkram’ın elini öpmesini emretmekte, annesine arka çıkmaya çalışan büyük oğlunu da aynı odunla dövmektedir.
Kadının bu ortamda özgürleştirici bir bilinçle hareket etmesi de yarar sağlamayabilir. Nitekim İkram’ın evini o gece terk edip, kocasının anne-babasından yardım istemeye gitmesi, eve girmeyi reddedip bahçede yatması, durumu her biçimde protesto etmesi işe yaramamakta, bu düzeni kabul eden kuma, düzenin iş birlikçisi kadın olarak düzenin sürmesini garantilemektedir.
Sonuç olarak, İnci Gürbüzatik “Kim Bilir Kimin Nesi” adlı öyküsünde kadınları alçaltma ve yok saymaya eğilimli bir toplumsal yaşam sürecinde bir aileye kumanın girmesiyle, olayın travmasını yaşayan evin hanımı ve çocukların psikolojilerini yansıtarak okuyucuya kuma olayına belli bir farkındalıkla bakmaya davet etmektedir. Kuma düzeni; laiklik karşıtı, demokratikleşme karşıtı ve kadın erkek eşitliğini hiçe sayan, kadınları çeşitli biçimlerde sinsice kurban eden; dinle, mitlerle, toplumsal ritüellerle güçlendiren bir düzendir. Erkek şiddetine yatak olurken, kadının yaşam hakkını hiçe sayan bir toplumsal düzeni yeniden yeniden üretmekte, erkeği tanınan ayrıcalıkların kutsanmasıyla cinsler arası aktif bir farklılaşma yaratmaktadır. Bu farklılaşma ortamında toplumsal huzur buharlaşırken, kendilerine teslimiyet, feragat ve sessizlik öğretilen kadınlar, itaat ettikçe yönetsel faşizme de davetiye çıkarmaktadırlar.