Çanakkale Haber

Puna GÜLEÇÖZ
Köşe Yazarı
Puna GÜLEÇÖZ
 

“KEMAL PAŞA”1923

Amerika'da yayın hayatı bugün de süren 'The Saturday Evening Post' dergisinin yazarı Isaac F. Marcosson, Temmuz 1923'te Ankara'ya gelmiş, Mustafa Kemal Atatürk ve Latife Hanım ile bir röportaj yapmıştı. Bu görüşmeyle Marcosson'ın Anadolu gezisindeki izlenimlerinden oluşan yazı ilk kez Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi'nin 1 Kasım 1984 tarihli birinci sayısında Prof. Ergun Özbudun'un Türkçe çevirisiyle yayımlandı. 20 Ekim 1923 tarihli “Kemal Paşa” başlıklı yazıda Marcosson, Atatürk için “Onu üniformalı göreceğimi zannediyordum. Oysa çizgili gri pantolon ve rugan ayakkabılarla siyah bir jaketataydan (kuyruklu ceket) oluşan çok şık bir kıyafet içerisindeydi. Kanat yaka ve mavili sarılı bir kravat taşıyordu” diye yazdı. İşte 20 Ekim 1923 tarihli " Kemal Paşa" başlıklı röportajın tam metni ve Mustafa Kemal’in ağzından bugüne kadar belki de hiç okumadığınız açıklamalar! Demir maskesi onun tabii yüzüydü" O, insanlara ve meclislere hâkim olacak tipteydi. Bir defa hemen hemen 1.80’lik boyu, mükemmel göğsü, omuzları ve askerce tavrıyla insanı etkileyen fizik yapısıyla; sonra, bir insanda gördüğüm en dikkate değer gözlerin esrarengiz kudretiyle. Kemal’in gözleri çelik mavisi, sert, taş gibi, affetmez olduğu kadar nüfuz ediciydi. Pek az kişi Kemal’i gülerken görmüştür. Kendisiyle geçirdiğim iki buçuk saat içinde hatları, ancak bir defa bir parça gevşer gibi oldu. Demir maskeli bir adama benziyordu; maske de, onun tabi yüzüydü… "" Bir zamanlar Ankara, sadece kedileri ve keçileriyle ünlüydü. Bugün, Anadolu’nun uzak tepelerindeki bu eski, hantal şehrin dünya çapında başka bir önemi var. O, sadece yeniden kurulmuş Türk Devleti’nin başkenti ve dolayısıyla bütün çağdaş demokrasi deneyimlerinin en renklisinin merkezi değil, aynı zamanda Dünya Savaşı’nın acı sonuçlarının ortaya çıkardığı birçok önemli şahsiyet arasında sivrilen -tam unvanıyla- Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın da yaşadığı yer" diye başlıyor Marcosson yazısına. Lozan Konferansı’nın dağılmak üzere olduğu, gerginlik ve belirsizlik dolu havada kendi ifadesiyle " Parlayan cami ve minareleriyle perişanlık içindeki haşmetine rağmen hâlâ şehirlerin kraliçesi olan istanbul’dan" yola çıkar Marcosson ve " her aşaması eşit derecede güçlüklüklerle doluydu" dediği 55 saatlik zorlu yolculuğun ardından Ankara’ya, Kemal Paşa’nın konutuna ulaşır. Gerisini Marcosson’un satırlarından aktarıyoruz Kemal’in konutuna yaklaştıkça askerlere rastlamaya başladık; ilerledikçe sayıları arttı. Bu askerler, Kemal’in hayatını korumak için alınan birçok tedbirlerden biriydi; çünkü her an kızgın bir Yunanlı veya Ermeni tarafından öldürülme tehlikesindeydi. Onu öldürmek için birkaç teşebbüste bulunulmuş, bir seferinde yanındaki bir Türk subayı suikastçi tarafından ağır yaralanmıştı. Az sonra yeşil bir tepe üzerinde, düzenli bir bahçe ve badem ağaçlarıyla çevrili, cephesi kırmızı, güzel bir beyaz taş bina göründü. Sağda daha küçük bir taş evcik vardı. Daha önce buraya gelmiş olan Reşat Bey (tercüman), bunun Türk milletince Kemal’e hediye edilmiş ev olduğunu söyledi. Giriş kapısına vardığımızda bir çavuş bizi durdurup ne işimiz olduğunu sordu. Reşat Bey adama, Gazi ile randevum olduğunu söyledi; o da, kartımı alıp içeri götürdü. Çavuş birkaç dakika sonra dönerek bizi beraberinde küçük taş evciğe götürdü; Kemal burayı kabul odası olarak kullanıyordu. Burada Gazi’nin kayınpederi olan Muammer Uşak Bey’i gördüm; kendisi, İzmir’in en zengin tüccarı, aynı zamanda New York ve New Orleans pamuk borsalarının ilk Türk üyesiydi. Amerika’yı sık sık ziyaret etmiş olduğundan İngilizce biliyordu. Kemal’in kabine toplantısında olduğunu ve beni az sonra göreceğini söyledi. Tam Muammer Bey’le Türkiye’nin ekonomik geleceği hakkında bir tartışmaya başlamıştım ki, Kemal’in yaveri, hâküniformalı, iyi giyimli genç bir teğmen içeri girerek, Gazi’nin beni görmeye hazır olduğunu söyledi. Onunla birlikte küçük bir avludan ve dar bir geçitten geçtik ve kendimi esas konutun kabul salonunda buldum. En makbul Avrupa stilinde döşenmişti. Bir köşede bir kuyruklu piyano vardı; karşısında, birçok ciltleri Fransızca bir sıra dolu kitap rafı bulunuyordu; duvarlarda da başka hediye kılıçlar asılıydı. Bitişik odada, geniş yuvarlak bir masa etrafında oturmuş, hızlı hızlı konuşan bir grup insan görüyordum. Bu, toplantı halindeki Türk kabinesiydi ve Lozan’dan gelen son telgrafları tartışıyorlardı; Hariciye Vekili ve kabinenin orada bulunmayan tek üyesi olan İsmet Paşa, bir gün önce Chester imtiyazı Ve Türk dış borçları Hakkındaki Türk ültimatomunu vermişti. Ekonomik savaşın akıbeti havadaydı.Ben yaklaşınca Rauf Bey dışarı Çıktı Ve beni kabinenin toplandığı odaya götürdü. Grupla kısa bir tanışma oldu. Ama gözlerim tek bir kişinin üzerindeydi. O da, masanın başındaki yerinden kalkıp elini uzatarak bana doğru gelen uzun boylu kişiydi. Kemal’in sayısız resimlerini görmüş Olduğumdan görünüşüne aşinaydım. O, insanlara ve meclislere hâkim olacak tipteydi. Rauf Bey kabine odasında beni Kemal’e takdim etti. Mûtad selamlamaları Fransızca olarak teati ettikten sonra şöyle dedi: " Belki konuşmak için bitişik odaya geçip, kabineyi tartışmalarıyla başbaşa bıraksak daha iyi olur. " Bunları Söylerken bitişik salonu gösterdi. Rauf Bey sağımda, Kemal solumda küçük bir masaya oturduk. Efendisinden daha az şık olmayan bir erkek hizmetkâr her zamanki gibi koyu Türk kahvelerini ve sigaraları getirdi. Mülakat başladı. Gazi Fransızca ve Almanca bilmekle beraber, bir tercüman aracılığıyla Türkçe konuşmayı Tercih ediyordu. Ben, yine sözde Fransızcamla, onunla tanışmaktan duyduğum büyük memnuniyeti ifade ettikten sonra, Rauf Bey araya girerek, büyük adamın kendi diliyle konuşmasının belki en iyisi olacağını söyledi. Bunda mutabık kalındı ve o andan itibaren Baş Vekil tercümanlık yaptı. Kemal, nasılsa, Ankara yolculuğumda başıma gelen güçlükleri ve gecikmeleri işitmişti. Ankara gibi bir yerde yönetimin etrafını saran güçlükler içinde böyle şeylerin olabileceğini söyleyerek hemen özür diledi. Sonra şunları ekledi: " Geldiğinize çok memnun oldum. Biz, Amerikalıları Türkiye’de görmek istiyoruz; çünkü özlemlerimizi en iyi onlar anlayabilirler. " " Kamu hizmetinin en yükseği bencil olmayan çabadır!" " Biliyor musunuz; Washington ve Lincoln niçin beni daima etkilemiştir?Onlar sadece Birleşik Devletler’in şerefi ve kurtuluşu için çalıştı; oysa öbür başkanların çoğu, öyle görünüyor ki kendilerini tanrılaştırmaya çabaladı. Kamu hizmetinin en yüksek şekli bencil olmayan çabadır."Dobra dobra, kısa ve açık ifadesiyle adeta emir veren bir subay gibi sordu: " Size ne söylememi istiyorsunuz? " İlkin" diye cevap verdim, " bana, Amerikan halkı Için bir mesaj verebilir misiniz? " Bu metodik bir soruydu; çünkü onun Amerikalılar’a karşı Dostça duyguları Olduğunu ve böyle bir sorunun, konuşmanın akışını Serbestleştireceğini biliyordum. Bu, az konuşan kişilerle mülâkat yaparken kullandığım ve konuşma dalgaları Doğurmakta nadiren başarısız kalan bir manevraydı. En ufak bir tereddüt geçirmeksizin -şunu da ekleyebilirim ki bütün konuşma sırasında bir cevap için hiçbir zaman duraklamadı – şöyle dedi: " Memnuniyetle. Birleşik Devletler’in ideali, bizim de idealimizdir. Büyük Millet Meclisi’nin Ocak 1920’de ilân ettiği MilliMisakımız (Ulusal Sözleşme), sizin Bağım msızlık Beyannamenize çok benzer. O, sadece, Türk ülkesinin istilâdan kurtulmasını ve kendi kaderimize hâkim olmamızı ister. Bağımsızlık, hepsi bu. O, halkımızın misakı Anayasasıdır ve ne pahasına olursa olsun, bu misakı Korumaya kararlıyız. Türkiye de, Amerika da demokratik rejimlerdir. Gerçekten şu andaki Türk Hükümeti, dünyadaki en demokratik hükümettir. Halkın mutlak egemenliğine dayanır ve onun temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi yargı Yasama ve yürütme organıdır. Kardeş Demokrasiler olarak, Türkiye ile Amerika arasında en sıkı ilişkiler olmalıdır.Ekonomik ilişkiler alanında Türkiye ile Birleşik Devletler, her iki taraf için de en büyük yarar sağlayacak şekilde birlikte çalışabilirler. Zengin ve çeşitli milli kaynaklarımızın, Amerikan sermayesi için çekici olması gerekir. Biz, gelişmemizde Amerikan yardımını memnuniyetle karşılarız; çünkü bütün baş ka ülkelerin sermayesinden farklı Olarak Amerikan parası Avrupa milletlerinin bizimle ilişkilerine can veren siyasal entrikalardan uzaktır. Başka bir ifadeyle Amerikan serma-yesi, yatırılır yatırılmaz bayrağını çekmeye kalkmaz. Amerika’ya olan inanç ve güvenimizin somut bir delilini Chester imtiyazı’nı vermek suretiyle gösterdik. Gerçekten bu, Amerikan halkına bir teveccühtür.Hayatım boyunca, Washington ve Lincoln’ün hayat ve eserlerinden ilham aldım.İlk 13 devletle yeni Türkiye arasında ilginç bir benzerlik vardır. Sizin atalarınız, İngiliz boyunduruğunu kaldırıp attı. Türkiye de, üzerindeki bütün rüşvet ve yiyicilikle birlikte taşıdığı eski imparatorluk boyunduruğunu, daha da kötüsü başka milletlerin bencil müdahalelerini kaldırıp attı. Biz şimdi yeni bir milletin doğuşuna şahit olan bir doğum sürecinin içindeyiz. Amerikan yardımıyla amacımıza ulaşacağız." Sonra öne doğru eğilip, bütün mülakat sırasında yaptığı tek hareketle şunları Söyledi: " " Demokrasi, insan ırkının ümididir. Bir Türk’ün ve savaş için yetişmiş benim gibi bir askerin böyle konuşması Size garip gelebilir. Oysa yeni Türkiye’nin temelindeki fikir aynen budur.Biz zor kullanma, fetih istemiyoruz. Yalnız bırakıkmamızı ve kendi ekonomik ve siyasal kaderimizi kendimizin tayin etmesine müsaade edilmesini istiyoruz. Yeni Türk demokrasisinin tüm yapısı bunun üzerine kuruludur. şunu da ilâve edeyim ki, bu demokrasi, Amerikan düşüncesini temsil eder; şu farkla ki, siz 48 devletsiniz, biz bir tek büyük devletiz." Sizin için devlet yönetiminde ideal nedir" diye sordum; başka bir deyişle " Pan-İslâmizm ve Pan-Turanizm fikirlerine hâlâ inanıyor musunuz? "" Kısaca söyleyeyim" dedi; " Pan-İslâmizm, din ortaklarına dayanan bir federasyon demekti. Pan-Turanizm ise ırka dayanan aynı Çeşit bir çaba ve ihtiras ortaklığını Temsil ediyordu. Her ikisi de yanlıştı. Pan-islâmizm fikri, asırlar önce Viyana kapılarında, Türkler’in Avrupa’da ulaştıkları En kuzey noktada öldü. Pan-Turanizm de, Doğu ovalarında mahvolup gitti. Bu hareketlerin her ikisi de yanlıştı; çünkü, kuvvet ve emperyalizm anlamına gelen fetih fikrine dayanıyorlardı. Uzun yıllar emperyalizm Avrupa’ya hâkim oldu. Ancak emperyalizm ölüme mahkûmdur. Bunun cevabını Almanya’nın, Avusturya’nın, Rusya’nın ve geçmişteki Türkiye’nin yıkılışında bulursunuz.Yüzlerce yıl boyunca Türk İmparatorluğu, Türkler’in azınlıkta olduğu karmaşık bir insan yığınıydı Daha başka, sözde azınlıklarımız da vardı Ve bunlar sıkıntılarımızın büyük kısmının kaynağı Olmuşlardı. Bu ve eski fetih düşüncesi… Türkiye’nin gerilemesinin bir sebebi, bu güç yönetim işi yüzünden kendisini tüketmiş Olmasıydı. Eski imparatorluk çok büyüktü ve her an kendisini problemlere açık buluyordu. Oysa eski kuvvet, fetih ve yayılma fikri Türkiye’de ebediyen ölmüştür. Eski imparatorluğumuz Osmanlı’ydı. Bu da kuvvet ve zor demekti. Bu artık anlamını kaybetmiştir. Biz şimdi Türk’üz, yalnızca Türk. işte bunun içindir ki Woodrow Wilson’un gayet iyi ifade ettiği self-determinasyon (kendi kaderini tayin) idealine dayanan, Türkler’e ait bir Türkiye istiyoruz. Bu milliyetçilik demektir ama Avrupa’nın pek çok yerlerinde self-determinasyon’u engelleyen bencil türden bir milliyetçilik değil Ne de keyf gümrük duvarları Ve sınırlar demek. Bizim milliyetçiliğimiz ticarette açık kapıyı, ekonominin yeniden canlandırılmasını, bir vatanda beliren gerçek anlamda ülkesel bir vatanseverliği ifade eder. Kan ve fetihle dolu bunca yıldan sonra nihayet Türkler bir anavatana kavuşmuşlardır. Bunun sınırları Belirlenmiş Dert kaynağı Olan azınlıklar dağıtılmıştır; işte bu sınırların içinde mevkiimizi korumak ve kendi kurtuluşumuz için çalışmak istiyoruz. Kendi evimizin efendileri olmak istiyoruz. "Gene bana doğru eğildi ve keskin, kesik kesik üslubuyla şunları Söyledi: " Biliyor musunuz, Avrupa’da barışı ve yeniden inşayı engellemiş Olan şey nedir? Sadece şu: Bir milletin diğerine müdahalesi. Daha önce bahsettiğim haris, bencil milliyetçiliğin bir parçası. Bu, ekonominin yerine siyasetin geçmesi sonucunu doğurmuştur. Alman tamirat tazminatı Kördüğümü, bunun yalnızca bir örneğidir. Küçük çaplı Siyaset, dünyanın baş Belasıdır.Bizim güçlükle kazandığımız Türk bağımsızlığı nı Engellemeye çalışan,milliyetçiliğimizi kötüleyen, bunun doğu komşularımızı fethetme arzusunu maskeleyen bir kamuflajdan ibaret olduğunu söyleyen, ekonomiyi yönetecek yetenekte olmadığımızı ileri süren milletler var. Bakalım, göreceğiz. Yeni Türkiye’nin ilk ve en önemli düşüncesi, siyasal değil, ekonomiktir. Biz, dünya üretiminin de, tüketiminin de bir parçası Olmak istiyoruz. " Tüm bir gazete Ata ya övgüler için ayrılmıştır ve hayranlığın her fırsatta dile getirmiştir. , milletlerin yükselme ve alçalma sebeplerini ararken birçok siyasî, askerî, içtimaî sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu sebepler içtimaî hâdiseler üzerinde tesir yaparlar. Fakat bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselişiyle, alçalışıyla alâkası olan, münasebetli olan, milletin iktisadiyatıdır. Tarihin ve tecrübelerin tespit ettiği bu hakikat bizim millî hayatımızda ve millî tarihimizde de tamamen belirir. Gerçekten Türk Tarihi tetkik olunursa, bütün yükseliş ve alçalış sebeplerinin bir iktisat meselesinden başka birşey olmadığı anlaşılır…Kıymetini bilene….Ne Mutlu Türk’üm diyebilene...
Ekleme Tarihi: 15 Mart 2016 - Salı
Puna GÜLEÇÖZ

“KEMAL PAŞA”1923

Amerika'da yayın hayatı bugün de süren 'The Saturday Evening Post' dergisinin yazarı Isaac F. Marcosson, Temmuz 1923'te Ankara'ya gelmiş, Mustafa Kemal Atatürk ve Latife Hanım ile bir röportaj yapmıştı. Bu görüşmeyle Marcosson'ın Anadolu gezisindeki izlenimlerinden oluşan yazı ilk kez Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi'nin 1 Kasım 1984 tarihli birinci sayısında Prof. Ergun Özbudun'un Türkçe çevirisiyle yayımlandı. 20 Ekim 1923 tarihli “Kemal Paşa” başlıklı yazıda Marcosson, Atatürk için “Onu üniformalı göreceğimi zannediyordum. Oysa çizgili gri pantolon ve rugan ayakkabılarla siyah bir jaketataydan (kuyruklu ceket) oluşan çok şık bir kıyafet içerisindeydi. Kanat yaka ve mavili sarılı bir kravat taşıyordu” diye yazdı. İşte 20 Ekim 1923 tarihli " Kemal Paşa" başlıklı röportajın tam metni ve Mustafa Kemal’in ağzından bugüne kadar belki de hiç okumadığınız açıklamalar! Demir maskesi onun tabii yüzüydü" O, insanlara ve meclislere hâkim olacak tipteydi. Bir defa hemen hemen 1.80’lik boyu, mükemmel göğsü, omuzları ve askerce tavrıyla insanı etkileyen fizik yapısıyla; sonra, bir insanda gördüğüm en dikkate değer gözlerin esrarengiz kudretiyle. Kemal’in gözleri çelik mavisi, sert, taş gibi, affetmez olduğu kadar nüfuz ediciydi. Pek az kişi Kemal’i gülerken görmüştür. Kendisiyle geçirdiğim iki buçuk saat içinde hatları, ancak bir defa bir parça gevşer gibi oldu. Demir maskeli bir adama benziyordu; maske de, onun tabi yüzüydü… "" Bir zamanlar Ankara, sadece kedileri ve keçileriyle ünlüydü. Bugün, Anadolu’nun uzak tepelerindeki bu eski, hantal şehrin dünya çapında başka bir önemi var. O, sadece yeniden kurulmuş Türk Devleti’nin başkenti ve dolayısıyla bütün çağdaş demokrasi deneyimlerinin en renklisinin merkezi değil, aynı zamanda Dünya Savaşı’nın acı sonuçlarının ortaya çıkardığı birçok önemli şahsiyet arasında sivrilen -tam unvanıyla- Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın da yaşadığı yer" diye başlıyor Marcosson yazısına. Lozan Konferansı’nın dağılmak üzere olduğu, gerginlik ve belirsizlik dolu havada kendi ifadesiyle " Parlayan cami ve minareleriyle perişanlık içindeki haşmetine rağmen hâlâ şehirlerin kraliçesi olan istanbul’dan" yola çıkar Marcosson ve " her aşaması eşit derecede güçlüklüklerle doluydu" dediği 55 saatlik zorlu yolculuğun ardından Ankara’ya, Kemal Paşa’nın konutuna ulaşır. Gerisini Marcosson’un satırlarından aktarıyoruz Kemal’in konutuna yaklaştıkça askerlere rastlamaya başladık; ilerledikçe sayıları arttı. Bu askerler, Kemal’in hayatını korumak için alınan birçok tedbirlerden biriydi; çünkü her an kızgın bir Yunanlı veya Ermeni tarafından öldürülme tehlikesindeydi. Onu öldürmek için birkaç teşebbüste bulunulmuş, bir seferinde yanındaki bir Türk subayı suikastçi tarafından ağır yaralanmıştı. Az sonra yeşil bir tepe üzerinde, düzenli bir bahçe ve badem ağaçlarıyla çevrili, cephesi kırmızı, güzel bir beyaz taş bina göründü. Sağda daha küçük bir taş evcik vardı. Daha önce buraya gelmiş olan Reşat Bey (tercüman), bunun Türk milletince Kemal’e hediye edilmiş ev olduğunu söyledi. Giriş kapısına vardığımızda bir çavuş bizi durdurup ne işimiz olduğunu sordu. Reşat Bey adama, Gazi ile randevum olduğunu söyledi; o da, kartımı alıp içeri götürdü. Çavuş birkaç dakika sonra dönerek bizi beraberinde küçük taş evciğe götürdü; Kemal burayı kabul odası olarak kullanıyordu. Burada Gazi’nin kayınpederi olan Muammer Uşak Bey’i gördüm; kendisi, İzmir’in en zengin tüccarı, aynı zamanda New York ve New Orleans pamuk borsalarının ilk Türk üyesiydi. Amerika’yı sık sık ziyaret etmiş olduğundan İngilizce biliyordu. Kemal’in kabine toplantısında olduğunu ve beni az sonra göreceğini söyledi. Tam Muammer Bey’le Türkiye’nin ekonomik geleceği hakkında bir tartışmaya başlamıştım ki, Kemal’in yaveri, hâküniformalı, iyi giyimli genç bir teğmen içeri girerek, Gazi’nin beni görmeye hazır olduğunu söyledi. Onunla birlikte küçük bir avludan ve dar bir geçitten geçtik ve kendimi esas konutun kabul salonunda buldum. En makbul Avrupa stilinde döşenmişti. Bir köşede bir kuyruklu piyano vardı; karşısında, birçok ciltleri Fransızca bir sıra dolu kitap rafı bulunuyordu; duvarlarda da başka hediye kılıçlar asılıydı. Bitişik odada, geniş yuvarlak bir masa etrafında oturmuş, hızlı hızlı konuşan bir grup insan görüyordum. Bu, toplantı halindeki Türk kabinesiydi ve Lozan’dan gelen son telgrafları tartışıyorlardı; Hariciye Vekili ve kabinenin orada bulunmayan tek üyesi olan İsmet Paşa, bir gün önce Chester imtiyazı Ve Türk dış borçları Hakkındaki Türk ültimatomunu vermişti. Ekonomik savaşın akıbeti havadaydı.Ben yaklaşınca Rauf Bey dışarı Çıktı Ve beni kabinenin toplandığı odaya götürdü. Grupla kısa bir tanışma oldu. Ama gözlerim tek bir kişinin üzerindeydi. O da, masanın başındaki yerinden kalkıp elini uzatarak bana doğru gelen uzun boylu kişiydi. Kemal’in sayısız resimlerini görmüş Olduğumdan görünüşüne aşinaydım. O, insanlara ve meclislere hâkim olacak tipteydi. Rauf Bey kabine odasında beni Kemal’e takdim etti. Mûtad selamlamaları Fransızca olarak teati ettikten sonra şöyle dedi: " Belki konuşmak için bitişik odaya geçip, kabineyi tartışmalarıyla başbaşa bıraksak daha iyi olur. " Bunları Söylerken bitişik salonu gösterdi. Rauf Bey sağımda, Kemal solumda küçük bir masaya oturduk. Efendisinden daha az şık olmayan bir erkek hizmetkâr her zamanki gibi koyu Türk kahvelerini ve sigaraları getirdi. Mülakat başladı. Gazi Fransızca ve Almanca bilmekle beraber, bir tercüman aracılığıyla Türkçe konuşmayı Tercih ediyordu. Ben, yine sözde Fransızcamla, onunla tanışmaktan duyduğum büyük memnuniyeti ifade ettikten sonra, Rauf Bey araya girerek, büyük adamın kendi diliyle konuşmasının belki en iyisi olacağını söyledi. Bunda mutabık kalındı ve o andan itibaren Baş Vekil tercümanlık yaptı. Kemal, nasılsa, Ankara yolculuğumda başıma gelen güçlükleri ve gecikmeleri işitmişti. Ankara gibi bir yerde yönetimin etrafını saran güçlükler içinde böyle şeylerin olabileceğini söyleyerek hemen özür diledi. Sonra şunları ekledi: " Geldiğinize çok memnun oldum. Biz, Amerikalıları Türkiye’de görmek istiyoruz; çünkü özlemlerimizi en iyi onlar anlayabilirler. " " Kamu hizmetinin en yükseği bencil olmayan çabadır!" " Biliyor musunuz; Washington ve Lincoln niçin beni daima etkilemiştir?Onlar sadece Birleşik Devletler’in şerefi ve kurtuluşu için çalıştı; oysa öbür başkanların çoğu, öyle görünüyor ki kendilerini tanrılaştırmaya çabaladı. Kamu hizmetinin en yüksek şekli bencil olmayan çabadır."Dobra dobra, kısa ve açık ifadesiyle adeta emir veren bir subay gibi sordu: " Size ne söylememi istiyorsunuz? " İlkin" diye cevap verdim, " bana, Amerikan halkı Için bir mesaj verebilir misiniz? " Bu metodik bir soruydu; çünkü onun Amerikalılar’a karşı Dostça duyguları Olduğunu ve böyle bir sorunun, konuşmanın akışını Serbestleştireceğini biliyordum. Bu, az konuşan kişilerle mülâkat yaparken kullandığım ve konuşma dalgaları Doğurmakta nadiren başarısız kalan bir manevraydı. En ufak bir tereddüt geçirmeksizin -şunu da ekleyebilirim ki bütün konuşma sırasında bir cevap için hiçbir zaman duraklamadı – şöyle dedi: " Memnuniyetle. Birleşik Devletler’in ideali, bizim de idealimizdir. Büyük Millet Meclisi’nin Ocak 1920’de ilân ettiği MilliMisakımız (Ulusal Sözleşme), sizin Bağım msızlık Beyannamenize çok benzer. O, sadece, Türk ülkesinin istilâdan kurtulmasını ve kendi kaderimize hâkim olmamızı ister. Bağımsızlık, hepsi bu. O, halkımızın misakı Anayasasıdır ve ne pahasına olursa olsun, bu misakı Korumaya kararlıyız. Türkiye de, Amerika da demokratik rejimlerdir. Gerçekten şu andaki Türk Hükümeti, dünyadaki en demokratik hükümettir. Halkın mutlak egemenliğine dayanır ve onun temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi yargı Yasama ve yürütme organıdır. Kardeş Demokrasiler olarak, Türkiye ile Amerika arasında en sıkı ilişkiler olmalıdır.Ekonomik ilişkiler alanında Türkiye ile Birleşik Devletler, her iki taraf için de en büyük yarar sağlayacak şekilde birlikte çalışabilirler. Zengin ve çeşitli milli kaynaklarımızın, Amerikan sermayesi için çekici olması gerekir. Biz, gelişmemizde Amerikan yardımını memnuniyetle karşılarız; çünkü bütün baş ka ülkelerin sermayesinden farklı Olarak Amerikan parası Avrupa milletlerinin bizimle ilişkilerine can veren siyasal entrikalardan uzaktır. Başka bir ifadeyle Amerikan serma-yesi, yatırılır yatırılmaz bayrağını çekmeye kalkmaz. Amerika’ya olan inanç ve güvenimizin somut bir delilini Chester imtiyazı’nı vermek suretiyle gösterdik. Gerçekten bu, Amerikan halkına bir teveccühtür.Hayatım boyunca, Washington ve Lincoln’ün hayat ve eserlerinden ilham aldım.İlk 13 devletle yeni Türkiye arasında ilginç bir benzerlik vardır. Sizin atalarınız, İngiliz boyunduruğunu kaldırıp attı. Türkiye de, üzerindeki bütün rüşvet ve yiyicilikle birlikte taşıdığı eski imparatorluk boyunduruğunu, daha da kötüsü başka milletlerin bencil müdahalelerini kaldırıp attı. Biz şimdi yeni bir milletin doğuşuna şahit olan bir doğum sürecinin içindeyiz. Amerikan yardımıyla amacımıza ulaşacağız." Sonra öne doğru eğilip, bütün mülakat sırasında yaptığı tek hareketle şunları Söyledi: " " Demokrasi, insan ırkının ümididir. Bir Türk’ün ve savaş için yetişmiş benim gibi bir askerin böyle konuşması Size garip gelebilir. Oysa yeni Türkiye’nin temelindeki fikir aynen budur.Biz zor kullanma, fetih istemiyoruz. Yalnız bırakıkmamızı ve kendi ekonomik ve siyasal kaderimizi kendimizin tayin etmesine müsaade edilmesini istiyoruz. Yeni Türk demokrasisinin tüm yapısı bunun üzerine kuruludur. şunu da ilâve edeyim ki, bu demokrasi, Amerikan düşüncesini temsil eder; şu farkla ki, siz 48 devletsiniz, biz bir tek büyük devletiz." Sizin için devlet yönetiminde ideal nedir" diye sordum; başka bir deyişle " Pan-İslâmizm ve Pan-Turanizm fikirlerine hâlâ inanıyor musunuz? "" Kısaca söyleyeyim" dedi; " Pan-İslâmizm, din ortaklarına dayanan bir federasyon demekti. Pan-Turanizm ise ırka dayanan aynı Çeşit bir çaba ve ihtiras ortaklığını Temsil ediyordu. Her ikisi de yanlıştı. Pan-islâmizm fikri, asırlar önce Viyana kapılarında, Türkler’in Avrupa’da ulaştıkları En kuzey noktada öldü. Pan-Turanizm de, Doğu ovalarında mahvolup gitti. Bu hareketlerin her ikisi de yanlıştı; çünkü, kuvvet ve emperyalizm anlamına gelen fetih fikrine dayanıyorlardı. Uzun yıllar emperyalizm Avrupa’ya hâkim oldu. Ancak emperyalizm ölüme mahkûmdur. Bunun cevabını Almanya’nın, Avusturya’nın, Rusya’nın ve geçmişteki Türkiye’nin yıkılışında bulursunuz.Yüzlerce yıl boyunca Türk İmparatorluğu, Türkler’in azınlıkta olduğu karmaşık bir insan yığınıydı Daha başka, sözde azınlıklarımız da vardı Ve bunlar sıkıntılarımızın büyük kısmının kaynağı Olmuşlardı. Bu ve eski fetih düşüncesi… Türkiye’nin gerilemesinin bir sebebi, bu güç yönetim işi yüzünden kendisini tüketmiş Olmasıydı. Eski imparatorluk çok büyüktü ve her an kendisini problemlere açık buluyordu. Oysa eski kuvvet, fetih ve yayılma fikri Türkiye’de ebediyen ölmüştür. Eski imparatorluğumuz Osmanlı’ydı. Bu da kuvvet ve zor demekti. Bu artık anlamını kaybetmiştir. Biz şimdi Türk’üz, yalnızca Türk. işte bunun içindir ki Woodrow Wilson’un gayet iyi ifade ettiği self-determinasyon (kendi kaderini tayin) idealine dayanan, Türkler’e ait bir Türkiye istiyoruz. Bu milliyetçilik demektir ama Avrupa’nın pek çok yerlerinde self-determinasyon’u engelleyen bencil türden bir milliyetçilik değil Ne de keyf gümrük duvarları Ve sınırlar demek. Bizim milliyetçiliğimiz ticarette açık kapıyı, ekonominin yeniden canlandırılmasını, bir vatanda beliren gerçek anlamda ülkesel bir vatanseverliği ifade eder. Kan ve fetihle dolu bunca yıldan sonra nihayet Türkler bir anavatana kavuşmuşlardır. Bunun sınırları Belirlenmiş Dert kaynağı Olan azınlıklar dağıtılmıştır; işte bu sınırların içinde mevkiimizi korumak ve kendi kurtuluşumuz için çalışmak istiyoruz. Kendi evimizin efendileri olmak istiyoruz. "Gene bana doğru eğildi ve keskin, kesik kesik üslubuyla şunları Söyledi: " Biliyor musunuz, Avrupa’da barışı ve yeniden inşayı engellemiş Olan şey nedir? Sadece şu: Bir milletin diğerine müdahalesi. Daha önce bahsettiğim haris, bencil milliyetçiliğin bir parçası. Bu, ekonominin yerine siyasetin geçmesi sonucunu doğurmuştur. Alman tamirat tazminatı Kördüğümü, bunun yalnızca bir örneğidir. Küçük çaplı Siyaset, dünyanın baş Belasıdır.Bizim güçlükle kazandığımız Türk bağımsızlığı nı Engellemeye çalışan,milliyetçiliğimizi kötüleyen, bunun doğu komşularımızı fethetme arzusunu maskeleyen bir kamuflajdan ibaret olduğunu söyleyen, ekonomiyi yönetecek yetenekte olmadığımızı ileri süren milletler var. Bakalım, göreceğiz. Yeni Türkiye’nin ilk ve en önemli düşüncesi, siyasal değil, ekonomiktir. Biz, dünya üretiminin de, tüketiminin de bir parçası Olmak istiyoruz. " Tüm bir gazete Ata ya övgüler için ayrılmıştır ve hayranlığın her fırsatta dile getirmiştir. , milletlerin yükselme ve alçalma sebeplerini ararken birçok siyasî, askerî, içtimaî sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok, bütün bu sebepler içtimaî hâdiseler üzerinde tesir yaparlar. Fakat bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselişiyle, alçalışıyla alâkası olan, münasebetli olan, milletin iktisadiyatıdır. Tarihin ve tecrübelerin tespit ettiği bu hakikat bizim millî hayatımızda ve millî tarihimizde de tamamen belirir. Gerçekten Türk Tarihi tetkik olunursa, bütün yükseliş ve alçalış sebeplerinin bir iktisat meselesinden başka birşey olmadığı anlaşılır…Kıymetini bilene….Ne Mutlu Türk’üm diyebilene...

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve canakkaleninsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Diğer Yazıları

07
Eylül
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.