Bugün uluslararası hukukta devletin tanımı ve varlığı hususunda ağırlıklı olarak kabul gören akım, « Üç Unsur Teorisi » adıyla bilinen ve devleti « belirli bir toprak parçası üzerinde egemen olan belli bir insan topluluğunun oluşturduğu hukuki kişiliğe haiz devamlı bir teşkilat » şeklinde tanımlayabileceğimiz yaklaşımdır[3]. Yani, hukuki olarak bir devletin varlığından söz edebilmemiz için üç ana unsurun birlikte varlığı şarttır: Millet, Ülke ve Egemenlik. Millet ile kastedilen beşeri unsurdur, insan faktörüdür. Ülke, belirli bir toprak parçasını ifade etmektedir. Egemenlik ise dış kontrolden bağımsız, kendi kontrolü altındaki toprak parçasında yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getirebilecek hukuki dayanağı olan güç ve siyasi iktidara sahip olmaktır. Bu ana unsurların yanı sıra 3 adette tamamlayıcı özelliğin bir devletten bahsedebilmek için gerekli olduğunu söyleyebiliriz ki, bunlar Teşkilat, Hukuki Kişilik ve Devamlılık’tır...Anayasalar bir devletin yol haritasıdır denilebilir. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün vefatının ardından Türkiye’nin yol haritası da değişmeye başlamış, günümüze kadar yapılan değişiklik ve eklemelerle yaklaşık beş katına çıkarılmıştır. Ancak başlangıçtaki çok önemli iki temel prensip gözlerden uzaklaşmıştır. Bu prensiplerden birincisi tam bağımsızlık, ikincisi de milli egemenliktir.Cumhuriyetin kuruluşundaki bu esaslara göre Türk milleti kendi kendisini yönetme hakkını asla elinden bırakmayacaktır. Başka devletlerin talimatları altında yaşamayacaktır!Günümüzde tam bağımsızlık hedefinin yerini AB’ye tam üyelik hedefi almıştır. Milli egemenlik ilkesi ise “sınırlı egemenlik” aşamasına gelmiştir.23 Nisan 1920’de TBMM açılmış ve Türk milleti egemenliğini eline almıştır.TBMM, dünyaya verilen en büyük halk yönetimi/ demokrasi dersidir.Bilindiği üzere Sultan Vahdettin, Mondros Mütarekesi’nden sonra Osmanlı Mebuslar Meclisi’ni kapatmıştır. (21 Aralık 1918) Osmanlı Meclisi, Mustafa Kemal’in telkinleri ile yeniden açılmış ve Misak-ı Milli’yi (Milli Yemini) kabul etmiştir.Ne yazık ki Misak-ı Milli’den bir ay sonra, işgal kuvvetleri Meclis’i basmış, milliyetçi gördüğü mebusları Malta Adası’na sürgün etmiştir. (16 Mart 1920) Sultan Vahdettin de Osmanlı Meclisi’ni ikinci ve son kez kapatmıştır.( 11 Nisan 1920) Ulu önder Atatürk ise 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’yi kurmuş, İstiklâl Savaşı zamanında bile yetkisiz adım atmamış, her sorunu hukuka uygun olarak çözmüştür.Falih Rıfkı Atay Atatürk’ün memleketi asla “meclissiz bırakmamasını” şöyle anlatmaktadır:“Atatürk bir hürriyetçi idi. Ömrünce memleketi meclissiz bırakmamıştır. Kurtuluş savaşının en buhranlı günlerinde:
– Kapatalım bu meclisi! diyenlere:
- Meclis olmazsa biz havada kalırız, demişti.
O buhranlı günlerde bile zamanının çoğunu mecliste muhalifleri ile tartışmalara ayırmak zorunda kalmıştır. Atatürk’ün ideali milletin kendi kendini idare etmesi idi. Bunun için de milletin kendi iradesine tam sahip olması lâzımdı.” Atatürk, düzenli ordu kurulurken de TBMM’den aldığı yetkiler çerçevesinde hareket etmiştir. Ordunun gerekliliğini ise şöyle ifade etmiştir:“Ordu istemeyen ve ordunun yüklediği maddi ve manevi özveriyi göze aldırmayan bir millet, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçirir.” Bugün Ordu konusunun NATO konusundan bağımsız olarak ele alınabilmesi mümkün değildir.Nitekim Cumhuriyetin kuruluşunda vatandaşlar arasında din ve ırk ayrımı yapılmamıştır. Vatandaşlar “sen Alevi’sin, sen Laz’sın, sen Rum’sun, sen Kürt’sün” diye ayrılmamış, bütün vatandaşlar Türk milletinin bir ferdi olarak kabul edilmiştir. Türklük devletimizin milli kimliği olmuştur. Bu durum, şüphesiz ki Türk tarihinin veya Türkiye dışındaki Türklerin inkârı değildir. Türklüğün milli kimlik olarak kabul edilmesi, “Türk vatandaşlığı” kavramını oluşturmaktadır.Türk vatandaşlığı kavramı ise vatandaşlar arasında hiçbir ayrıcalığa izin verilmemesini/ laikliği gerektirmektedir.Nitekim Cumhuriyet kurulurken Osmanlı Devleti zamanında uygulanan ayrıcalıkların tümü kaldırılmıştır. Kanun önünde eşitliği temel alan bir hukuk düzeni kurulmuştur.Böylece şahsa göre uygulanan hukuktan laik bütün vatandaşlara uygulanan hukuka geçilmiştir.1924 Anayasası’ndaki ifadeler açık ve nettir:“Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Layik ve Devrimcidir.” (Madde 2) (Ne hazindir ki bugün bu kavramlar sağa-sola savrulmuş durumdadır.) “Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir. (md. 88) “Her Türk hür doğar, hür yaşar.” (md. 68) “Türkler kanun karşısında eşittirler ve ayrıksız kanuna uymak ödevindedirler. Her türlü grup, sınıf, aile ve kişi ayrıcalıkları kaldırılmıştır ve yasaktır.” (md. 69)Atatürk zamanında getirilen laik hukuk düzeni, Türk kültürüne uygun bir hukuk düzenidir. Nitekim Türk kültüründe insanlar arasında ayrım yapmadan adaleti tesis etmek, kişilerin kanun önünde bir tutulması esastır. Neredeyse bin sene önce yazılan Türk kitabı (1070) Kutadgu Bilig’de şöyle denilmektedir:
“Ben işleri doğruluk ile hallederim.insanları bey veya kul diye ayırmam.Gerek oğlum, yakınım veya hısmım olsun;gerek yolcu, geçici veya konuk olsun;Kanun karşısında benim için hepsi birdir;hüküm verirken hiçbiri beni farklı bulmaz.”Ne var ki eski müttefik bugünkü küresel devletler yüzyıllardan beri olduğu gibi “kanun önünde daha eşitliği” istemektedir. Ayrıcalık isteklerinin önündeki en büyük engel laikliktir. Laikliğin yanlış bir şekilde “dinsizlik” olarak tanıtılması sebepsiz değildir.Bilindiği üzere Türk milleti egemenliğini yasama, yürütme ve yargı eliyle kullanmaktadır. (Anayasa md.6) Türk milletinin yasama, yürütme ve yargı egemenliğinin bir bölümünün AB kurumlarına devredilmesi, kamuoyunda neredeyse hiç konuşulmayan bir konudur..işte bu hayati konu DPT 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı (2000) Türkiye-AB İlişkileri Özel İhtisas Komisyonu Raporu’nda şöyle ifade edilmiştir:
“.. Avrupa Birliğini uluslararası düzeyde kurulan diğer örgütlerden ayıran en önemli özellik, Birliğin “uluslarüstü yapısı” ve bunun gereği olarak, egemen yetkilerin üye devletler tarafından Birliğe kısmen devri olgusudur. Yetki devri olgusu, ulusal planda kullanılan, “yasama, yürütme ve yargı” yetkilerinin bir bölümünün Birlik kurumlarına devri şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu itibarla üzerinde önemle durulması gereken bir noktada Anayasamızın egemenlik ve egemenliğin yetkili organlarca kullanılması ile ilgili hükümlerinin, Avrupa Birliğine tam üyeliğin gerektireceği Anayasa değişiklikleri çerçevesinde gözden geçirilmesi hususudur.” (Türkiye-AB İlişkileri Özel İhtisas Komisyonu Raporu; DPT 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı, 2000, http://ekutup.dpt.gov.tr/, 17.03.2008)
Görüldüğü üzere AB süreci “ yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin bir bölümünün Birlik kurumlarına devri”ni öngörmekte; bir başka deyişle egemenliğin sınırlanmasını gerektirmektedir.Oysa Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hiçbir organının millet egemenliğini sınırlayıcı bir karar alma yetkisi yoktur. Devlet organlarına böyle bir yetki de verilemez, çünkü egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Nitekim millet adına yasa çıkaran milletvekilleri, “milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacaklarına” dair and içerler. (Anayasa md.81)Bir başka deyişle, milli egemenlik kayıt ve şart altına alınamaz, sınırlanamaz, sınırlanması teklif dahi edilemez. (Anayasa Başlangıç Bölümü, 1., 3., 5. Paragraf, md.2, md.4, md.6) Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinin egemenlik haklarının hiçbir şekil veya şartla kısıtlanamayacağı bir devlettir.Türkiye bağımsızlık ve egemenlik haklarını Lozan Antlaşması ile kabul ettirmiştir. Lozan, Türkiye’nin viran halde iken kabul ettirdiği haklardır. Bir başka deyişle Lozan, Türkiye’nin asgari haklarıdır. Atatürk zamanında Lozan’da elde edilemeyen bazı haklar konusunda ilerleme sağlanmıştır. Sözgelimi Lozan’da Boğazlardan geçiş konusu, uluslararası bir komisyonun denetimine bırakılmış ise de 1936’da Montrö Antlaşması ile Türkiye, Boğazlardaki egemenlik haklarını kabul ettirmiştir. Aynı şekilde Hatay ili Türkiye’ye dahil edilmiştir. Irak sınırı konusundaki başarısızlık ise 1937’de imzalanan Sadabad Paktı ile giderilmiştir. Dolayısıyla Atatürk zamanında Lozan’da kabul ettirilen bağımsızlık ve egemenlik hakları daima ileriye götürülmüş, geri adım atılmamıştır.Atatürk zamanında Türkiye, milli çıkarlarına aykırı taleplere “hayır” demiş, bağımsızlık ve egemenlik haklarını sonuna kadar korumuş ve kendi ilerleme projelerini kendisi yapmıştır. Atatürk’ün “ulu önder” sıfatını kazanmasının sebebi budur.Bugün de her bir ferdiyle Türk milleti, bağımsızlık ve egemenlik haklarına aykırı her türlü talebe “hayır” demeli, başka milletlerin iradesiyle değil kendi iradesiyle hareket etmeli ve daima ileriye yürümelidir.Türk milletinin ideali de budur: Özgür, onurlu, bağımsız ve egemen bir millet olarak yaşamak…Ziya Gökalp’in dediği gibi: “İlim ve ideal mevcut oldukça dünya karanlık kalmaz.”...Karanlıktan bir an önce çıkıp uyanabilmeniz dileklerimle....