Kokular bana hep bir yerleri, eskide kalanları, uzaklardakileri hatırlatır.. Çocukluğumun güzel günleri tanıdık kokular ile beynimde canlanır.
Daha mı güzeldi acaba eskiden bir şeyler? Çiçekler daha mı güzel kokuyordu ? Çimenlerin kokusu daha mı güzel yükseliyordu yağmur yağdığında ? Bahar daha mı tatlı ısıtıyordu gelişini müjdeleyerek?
Arnavut taşlı daracık yollarda yürürken evlerden gelen patlıcan kızartması daha mı acıktırıyordu ? Mahalle çeşmesinden içtiğimiz suyun tadı hangi marka şişede var şu anda?
Sabahtan akşam ezanına kadar sokakta oynamanın keyfini şimdi çocuklarımız yaşıyor mu ?
Ter içinde top peşinde koşup, nöbetçi mahalle annesinin her birimize hazırladığı yağlı salçalı ekmeklerin tadını bugün hangi marka hamburgerde alabiliriz?
Eskiler…… Eskidiği için güzeller belki de.. Eskiler… Şimdilerde bazen çöplerin yanında gördüğümüz eski bir lamba, bazen eski bir sandalyenin kırık dökük yaşlı hali.
Varlarken değerini bilemediğimiz, yokluğunu da hissetmediğimiz, bir koku ile burnumuza çalınan eskiler..
Televizyonlarımız evimizin en güzel yerinde en muteber misafir olmuş, üstünde dantel örtüleri ile korunaklı. Telefonlarımız öyle çantalarda ceplerde gezmiyor, evde sakince bekliyor. Postacılar kapılara gülerek geliyor, çocuklar mutlu…
Haaa !! Nereden aklıma geldi eskiler dersek; eskileri özledim galiba. Daha samimi, daha sıcak, daha insani. Mekanikleşmemiş, betonlaşmamış. İnsanlar toprağı betonlaştırmak için muhteşem çabalarda değiller henüz.
Şehirlerarası yollarda yolculuk bile başka güzeldi. Her iki yanı ağaçlı, kah deniz, kah dağ manzaralı, dağ çiçekleri kokan güzel yollar vardı.
Markalar AVM ler yoktu henüz. Tüketim çılgınlığı diye bir şey bilmiyorduk ki! Ne varsa o kullanılırdı hakkını vererek.
Mahalleler vardı, iki-üç katlı bilemediniz en fazla beş katlı binalardan oluşan. O binaların önlerinde minik sevimli bir bahçe mutlaka olurdu. Evlerin pencerelerinden çiçekler selamlardı yollarda yürüyen yolcuları.
Saygılıydı insanlar birbirlerine. “merhaba efendim, günaydınlar efendim” Tatlı naif selamlaşmalar çalınırdı kulaklarımıza. Öyle kabadayı, külhanbeyi bağırmalar çok ayıptı efendim! Sesinizin tonunu bile ayarlardınız konuşurken. Bu öğretilmezdi zaten bilinirdi. Kimseler kırılmasın diye kelimeler seçilirdi.
Sonra her ne olduysa birden çılgınlaştı her yer..!!!!
Topraktan aldılar önce intikamlarını, sonra sıraya ağaçları soktular. Yeşil ne varsa hoyratça tüketildi. Bahçelerde artık zoraki yetiştirilmeye çalışılan çimenler var en üstüne basılmayanından.!Toprağa değmiyor artık çocuklarımızın elleri, çocuk parkları bile plastikle kaplı.
Sonra kentler değişti. Her yerden gökyüzünü delen binalar yükseldi. Sanki onlar yükseldikçe daha çok gelişiyoruz sandık. Daha çok istedik. Şehirlerarası yollarımızda yol kenarındaki çiçeklerimizi yok ettik önce sonra ağaçlara geldi sıra. En çok gördüğümüz renk beton grisi oldu. Sonra durmadık, daha çok daha çok istedik, istedikçe tükettik, vahası olmayan çöllere dönüştürdük güzelim dünyamızı .
Üretim yaptığımızı sandıkça hem doğamızı, hem hatıralarımız hem hayatlarımızı tükettiğimizi farketmeden korkunç bir oburlukla tükettik.. .
Ve tüm bunların sonunda güzellikler eskilerde kaldı. İsimlerinin önüne eski ibaresi kondu. Eski hatıralar dedik güzel günlere.
Eski Türkiye (!) dedik tükettiklerimize…