Birkaç gün boyunca şunlara tanık olduğunuzu düşünün:
On binlerce insan, çıldırmış gibi, belli evlere, iş yerlerine, ibadethanelere saldırıyor.
İnsanlar öldürülüyor, kadınlara tecavüz ediliyor; mezarlıklar bile talan ediliyor.
Bütün bunlar şehrin en işlek caddelerinde oluyor ama etrafa bakınca, ne polis, ne bekçi, ne asker, devletin silahlı güçleri adına kim varsa işte, onlardan en küçük bir eser bile göremiyorsunuz…
Ne düşünür, ne hissederdiniz?
Türkiye’de dinî azınlık olmanın anlamını kavramak için anlaşılması, hissedilmesi gereken sahnelerden birisi budur.
Bu sahneler 6-7 Eylül 1955 günü, İstanbul ve İzmir’de yaşandı.
Hani hep söyleniyor ya, Türkiye’de her şey olunur ama rezil olunmaz diye…
Hani söyleniyor ya, “utanma duygusu” yitirildi diye…
Bütün bunlar bugün olmadı; bunların uzun bir tarihi var bu ülkede.
İşte o tarihin önemli dönüm noktalarından birisi de 6-7 Eylül pogromlarıdır.
Yıllar sonra, Özel Harp Dairesi başkanının itiraf edeceği gibi, 6-7 Eylül “muhteşem bir örgütlenmeydi”, bu ülkede devlet ve milletin el ele gerçekleştirdiği korkunç rezaletlerin mümtaz örneklerinden birisiydi.
6-7 Eylül 1955’e dikkatli bir şekilde baktığınızda, Türkiye’de yaşadığımız pek çok hastalığın muhteşem bir terkiple nasıl bir araya geldiğini, neden bir türlü iflah olamadığımızı görürsünüz:
Bu ülkenin tarihinde en büyük provokasyonlar devlet eliyle yapılmıştır: 6-7 Eylül pogromlarının fitilini ateşleyen Yunanistan’dan gelen bir haberdi. Selanik’te bulunan Atatürk’ün evine “bomba atılmıştı”. Sonradan bu bombanın Türkiye’nin Selanik Konsolosluğunda görevli bir çalışan tarafından ve yine Türk istihbaratıyla bağlantılı hukuk fakültesi öğrencisi Türk bir gencin kışkırtmasıyla atıldığı ortaya çıkmıştır.
Belli medya kesimleri Türkiye’de meydana gelen korkunç olaylarda hep kışkırtıcı bir rol oynamıştır: İstanbul’da yayınlanan Hürriyet ve Yeni Sabah ile İzmir’de yayınlanan Gece Postası’nın 1955 yılının yaz aylarında yayınlanan nüshalarına bakacak olursanız eğer, sürekli olarak Türkiye’nin Rum vatandaşlarının hedef alındığını, onların bir şekilde Kıbrıs’ta yaşanan gelişmelerle ilişkilendirildiklerini görürsünüz.
Bu gazetelerin epeydir hazırlamakta oldukları hâlet-i ruhiye, zirve noktasına İstanbul Ekspres gazetesinin 6 Eylül günü yaptığı yayınla ulaşır. Normalde 20-30 bin basan bu gazete o gün 300 bin baskı yapmış ve Atatürk’ün evine yapılan “saldırıyı” bütün bir şehre duyurmuştur.
Türkiye’de her zaman “ötekilere karşı” kışkırtılmaya ve saldırmaya hazır kitleler vardır: 6-7 Eylül 1955’te başta Beyoğlu olmak üzere, evlerin iş yerlerinin talan edilmesi hadiselerine kaç kişi katıldı biliyor musunuz? Genel olarak zihinlerde üç yüz beş yüz kişi, hadi bilemedin bin iki bin kişi beliriyor değil mi? Yanlış. Bu korkunç talan ve saldırganlık İstanbul’da Taksim’den Adalar’a kadar çok büyük bir alanda meydana gelmiştir. Katılanlar binler, on binler değil, yüz binlerce kişidir.
İnternetten 6-7 Eylül 1955 pogromlarının fotoğraflarını bulup bakın. Her kesimden insanın orada bulunduğunu göreceksiniz. En köylü kılıklısından en kentli, en burjuva görünümlüsüne kadar…
Türkiye’de bu tür pis işleri hep belli kesimlerin yaptığı sanılır ya, iş milliyetçi kışkırtmaya gelince, toplumun her kesiminin ne kadar “duyarlı” ve vazifeşinas olduğunu 6-7 Eylül’e bakarak anlayabilirsiniz.
Türkiye’de iktidarı tatmış bütün siyasî akımların gardırobunda pek çok iskelet vardır: Türkiye’de her siyasî kesim, geçmişteki günahların hep siyasî rakiplere ait olduğunu sanır ya, aslında, sağından soluna bütün siyasî kesimlerin kirli çamaşırı çoktur. Kalleş bir darbeyle idam edildiği için hakkında sağlıklı bir konuşma yapamadığımız Adnan Menderes, şüphesiz ki, 6-7 Eylül’ün siyasi sorumlusu olan kişilerin başında yer alır.
Türkiye’de cezasızlık kadim bir hastalıktır: 6-7 Pogromlarına yüz binlerce kişinin katıldığını söyledim. Peki bu yüz binler neler yapmıştı? Devletin resmî rakamlarına göre 6-7 Eylül 1955’te, Türkiye’de 4.214 ev, 1.004 işyeri, 73 klise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile fabrika, otel, pub vd gibi, 5.317 diğer bina hasar görmüştü. Bu saldırılarda, Türkiye basınına göre 11, Yunan kaynaklarına göre ise 15 kişi hayatını kaybetmişti. Yaralı sayısı resmî rakamlara göre 30, gayri resmi rakamlara göre ise 300 civarındaydı. Yüzlerce kadının tecavüze uğradığı tahmin edilmekteydi. Tecavüz nedeniyle sadece Balıklı Rum Hastanesi’nde 60 Rum kadın tedavi görmüştü.
Bu barbarlığa katılan yüz binlerden kaçı yargılanmış ve layık olduğu cezayı görmüştü peki? Hiçbirisi. Pogromlardan sonra olaylarla yakından uzaktan alakası olmayan 40-50 Komünist derdest edilmiş; bütün bu barbarlık cezasız kalmıştır.
6-7 Eylül korkunç bir utanç sayfasıdır. Utanmayı bilmeyişimizin bugün başlamadığını, bunun Türkiye’de uzun bir tarihi olduğunu hatırlatan bir vakadır.
Vicdan sahibi her insanın utanç ve kederle andığı bir hadisedir. Olaylara tanık olan Mehmet Ali Birand’da o vicdanlı insanlardan birisidir. Birand o günleri şöyle anlatır:
“Karaköy’den Tünel’e çıkınca şaşırıp kaldım. Manzara dehşet vericiydi. Koskoca cadde, iki taraflı vitrinleri yıkılmış, malları yerlere dağılmış adeta bir savaş alanını andırıyordu… Çocuktum ve tam olarak ne olduğunu anlayamamıştım. Dikkatimi çeken en ilginç nokta, çoğu dükkân parçalanıp yağmalanırken, diğer bazı dükkânlara hiç dokunulmamış olmasıydı. Baktım dokunulmayanların vitrinlerinde Türk bayrakları asılmıştı. Yıkılanların kapılarında ise hep Rum isimleri vardı.”
Rumların neyi var neyi yoksa yerle bir olurken, Türklerin çöpüne zarar gelmemiştir. Çünkü oldukça organize bir iştir. Rumların kapıları işaretlenmiştir. Saldırganlara hedefler gösterilmiştir. Devlet-millet iş birliğinin korkunç bir eseridir söz konusu olan.
Türkiye’de her daim tekrar eden bir hikâyenin çirkin, utanç verici örneklerinden birisidir.
Yüzleşmediğimiz karanlık günlerden sadece birkaçıdır.
Yüzleşmediği için de mütemadiyen tekrar eden bu ülkenin mâkus talihinin takvimde Eylül ayına denk gelen iki günüdür.