Sıkıyorsa git
Anadolu’da kuzeyde bir yerlerde bir şirkete eğitimler veriyor, bir proje çalışması yürütüyorum. Patron, tahsilli olmamakla birlikte eğitime epey önem veriyor. Ne var ki, her aile şirketinde olduğu gibi her işin içinde. Mizaç olarak oldukça sert. Hata arıyor, bulursa da ortalığı yıkıyor.
Bu nedenle yöneticiler aportta ve her türlü riskten uzak duruyorlar. Şirkette en önemli sorun, hata yapmamak için aşırı efor sarfetmek, buna karşın yine de hata yapılmışsa o hatayı kamufle etmek, bu başarılamıyorsa hatayı birilerinin üstüne yıkmak.
Bu durum neredeyse bir şirket kültürü haline gelmiş durumda. Olan biteni kısa sürede gözlemleyip patronla konuştum. Dedim ki, ‘Bir projeye başlayacağız. Ancak kimse destek olmuyor. Çünkü korkuyorlar. Bu aşamada destek ver ve hatalar yapılsa bile hoşgörülü yaklaşacağını ifade et ki, çalışanlar ve yöneticiler projeye katılsınlar’.
Sağ olsun kırmadı ve bir toplantıda kendisinden istediğim konuşmayı yaptı. Bu iyimserlik havasında proje çalışmaları hız kazandı. Önce durumu fotoğrafladık. Ardından proje fazlarının ilki üzerinde epeyce uğraştıktan sonra uygulamaya koyduk. Proje ekibini onore etmek için patrona ve diğer yöneticilere ekip olarak bir sunuş yapmalarını istedim.
Ekip, şevkle hazırlandı. Eski durum, proje uygulandıktan sonraki durum, şirketin projeyle edinilen avantajları rakamlar ve grafiklerle gösteriye dönüştürüldü.
Sunuş günü herkes heyecanlıydı. Patron ve üst yönetimin karşısında başlangıçta birkaç dil sürçmesi hariç güzel bir sunum yapıldı. Herkesin gözü kulağı patrondaydı. Beklenen övgü dolu sözcüklerdi. Kısa sürede bu başarı ödülsüz kalamazdı.
Patron, konuya direkt girdi: ‘Madem bu işler böyle yapılabiliyordu da daha önce yıllarca neden yapmadınız? Boşuna mı para ödedim size?’… Ardından hırsla kalkıp odasına yöneldi.
Ortalık yangın sonrası harman yerine dönmüştü. Ne kimse konuşabiliyor, ne de yerinden kalkabiliyordu.
Birden ayağa fırlayıp patronun odasına daldım. Konuşmasına fırsat bırakmadan yaptığının yanlış olduğunu, sözünde durmayıp insanların şevkini kırdığını, bu durumda kendimi kullanılmış hissettiğimi, bu saatten sonra proje çalışmasından hayır gelmeyeceği için görevden affımı istediğimi söyledim.
Patron sakin sakin beni dinleyip bir eliyle masasını karıştırmaya başlayınca, her dönüşümde vermeyi adet edindiği ve o şehrin ürünü olan bir hediyeyi arandığını düşündüm. Fakat o da ne? Çekmeceden bir tabanca çıkardı ve masanın üstüne, tam önüme koydu.
Şok ve panik karışımı bir büyülenmişlikle tabancaya bakakalmışken patronun sözüyle irkildim: ‘Bey, bey… Biz ağa adamız. Biz istersek gidersin. İstemezsek şurdan şuraya adım atamazsın’.
Bir karar vermeliydim ama mıhlanmıştım sanki koltuğa. Yavaşça ayağa kalktım; ürkütmemek ister gibi mırıldandım: ‘Ben gidiyorum…’. Odadan çıktım. Kapıyı kapatıp kapatmadığımı bile hatırlamıyorum. İdari binadan otoparka kadar olan mesafe 20 metre olmasına karşın sanki o mesafeyi bir saatte almış gibiydim. Arkama bakmıyor, bakamıyordum. Arabaya bindim ve evime döndüm.
Sonra ne mi oldu? Aradan bir hafta geçti. Patronun sekreteri aradı ve projeye devam etmemin rica edildiğini söyledi. Şartlı kabul ettim. Şartım şuydu: Patronla aynı günler şirkette olmayacaktık. Kabul edildi ve projeyi tamamladım.
Üçlü priz
Fabrikada işçilere eğitim vereceğim. Eğitime 10 dakika kalmış ve üçlü priz tabir ettiğimiz uzatma kablosu lazım. Sekreterim Nilgün’den üçlü priz bulmasını istedim. İki dakika sonra Nilgün bulamadığını söyledi. Tekrar ara dedim, tekrar aynı yanıtla geldi. ‘Koca fabrikada nasıl olmaz’ diye çıkışınca tekrar arandı ama nafile.
Sinirle yerimden kalkıp Nilgün’ün odasına gittim. Masanın yanında kuzu gibi yatan üçlü prizi görünce sinirle ‘Bu ne peki?’ dedim. Nilgün, bir prize, bir de bana bakarak yanıtladı: ‘Ama siz benden üçlü priz istemiştiniz. Beşli demediniz ki…’